1915 üzerine film çekme düşüncesiyle Ermenistan’a giderek araştırmalar yapan ünlü Hintli sinema yönetmeni Jhekar Kapur’un film projesi belli oldu. Radikal’den Ezgi Başaran, Kapur’la birlikte film projesine imza atacak Sona Tatoyan ile görüştü. 'Cennetten Üç Elma Düştü' kitabını sinemaya uyarlayacak Sona Tatoyan; 'Ermeni diyasporası bu film için beni kınıyor. Eminim Türkler de soykırımı anlatmaya çalıştığım için beni kınayacak' diyor.
Fotoğraf: Muhsin Akgün
Ezgi Başaran'ın Radikal'de bugün (14 Ocak Pazartesi) yayınlanan röportajı şöyle;
- 1915’te neler olduğunu öğrendiğinizde kaç yaşındaydınız?
Geçen gün kendimle ilgili bir hikâye duydum. 5 yaşındayken Halep’teydik ve kız kardeşim 3 yaşındaydı. Henüz vaftiz edilmemişti. Vaftiz edilmediği için onu “Sen Türk’sün” diyerek kızdırmaya çalışırmışım. Bunu kuzenim anlattı. Yani bu konuyla ilgili bilincim erken.
- Aileniz Halepli ama siz ABD ’de doğup büyüdünüz değil mi?
Evet, o yüzden hayatım hep iki arada bir deredeydi. Yaz tatillerimi Halep’in bir köyünde, annemin ailesiyle geçirirdim. Annemin Halep’te yaşayan teyzesi Ermeni tarihinin bilinmesi, soykırımın hatırlanması konusunda çok hassastı. Ondan birçok hikâye dinlemiştim.
- O, kurtulanlardan biri miydi?
Annesi ve babası, yani benim büyük anneannem ve dedem Antep’te yaşıyorlarmış o dönemde. Halep’e kaçarak soykırımdan kurtulabilmişler. Çok meraklı bir çocuktum. Sorularıma en doğrudan cevapları da teyzemden alırdım. En büyük soru şuydu: Biz Ermeni’yiz, neden Halep’teyiz, neden çevremizde Araplar var? O da cevap vermeye çalışırdı. Fakat sonuçta yaz tatili biter, ben Indiana’ya dönmek zorunda kalırdım. Okulun ilk günü tarih kitabını karıştırır, teyzemin anlattıklarına dair bilgiler arardım. Ve tabii tek satır bulamazdım. O yüzden de şüpheye düşerdim.
- Teyzenizin anlattıklarından mı?
Hayır, Amerikalıların tarihi yorumlamasıyla ilgili. Çünkü ailemin yaşadıklarıyla ilgili somut kanıtlar görebiliyordum. Sadece ailemin yarısının Suriye’de yaşıyor olması bile yetiyordu. Bir sabah Antep’teki evlerinden kalkıp Halep’e sığınmışlardı. Büyük anneannem ve dedemin hiç Ermenice bilmemesi de bir kanıttı örneğin. Babamın ailesi ise Urfalı’ydı. Onları olabileceklere karşı uyaran Türk arkadaşları sayesinde kaçıp kurtulmuşlardı.
- Bu bilgiler kafanızda birikirken, siz nasıl değiştiniz?
Ermeni kimliğimle problem yaşadım uzun süre. Çünkü aslında tam bir Amerikalıydım. Yılın büyük bölümü. Sonra Halep’e giderdim. Şort yasaktı, rahat dolaşamıyorduk. O yüzden nefret ederdik Halep’e gitmekten. Ama annem bütün kışı, Halep’teki ailesini görme hayalleriyle geçirirdi. O yüzden giderdik ve ben orada bir Amerikalı olurdum. İsyan ederdim. Okula döndüğümde ise kalın siyah kaşlı, kolları tüylü, tuhaf isimli Ermeni kızına dönüşürdüm. O yüzden Ermeni olmaktan nefret ederdim. Çünkü göze batıyordum. Bir çocuk bir yere ait olmak ister. Bense hiçbir yerdeydim.
- Anne ve babanız 1915’i konuşmak konusunda nasıldı?
Bir tabu değildi ama özel olarak ben konuyu açmazsam – ki bir noktadan sonra takıntı haline getirmiştim – açılmazdı. Fakat sorduğum sorulara da hep doğru bildikleri cevabı verdiler. Yalnız annem ve babamın Türkiye ’ye ve kültürüne aşkı da çok büyüktü. Yıllarca okula giderken arabada Zeki Müren dinlemek zorunda kalmış bir insanım. Başım ağrırdı. Annem hâlâ bugün uydudan Türk televizyonlarını izliyor, takip ettiği dizileri var. Ne tuhaflıklar yaşadım. Koridorda bir Türk pop yıldızının şarkısını duyardım, elimde Ermeni soykırımını anlatan bir kitap olurdu.
- Anneniz bir Türkiye hayranı olarak soykırımı size nasıl anlatıyordu?
Gayet açıkça. Bazen “Evet bize ne kadar kötü şeyler yaptılar” derdi. Benimle birlikte öfkelenirdi. Sonra Anadolu insanını, yemeğini ve toprağını övmeye başlardı. Zannediyorum onun sayesinde bir devletin yaptığı kötülüğü, o devletin altında yaşayan insanlara mal etmemek gerektiğini öğrendim. Hiçbir yere ait olamama hissinin karşılığını da üniversitede hocam olan Maya Angelou’da gördüm. Bir siyah olarak ABD’de neler yaşadığını gördüm. Bir gün yine onun önerdiği bir kitabı aramak için kitapçıya gittiğimde Amerikalı bir Ermeni olan Peter Balakyan’ın kitabına rastladım. Okuduktan sonra büyük bir öfke ve milliyetçilik dalgasına kapıldım.
Nasıldı? Sürekli ‘Bunu nasıl yaparlar?’, ‘Bunu bize nasıl yaparlar?’, ‘Hâlâ nasıl inkar ederler, neden bir özür dahi dilemezler’ diye sayıklıyordum. Öfkem hem Türkiye’ye hem de başka birçok hesap nedeniyle Türkiye’nin inkârcı tavrına ses etmeyen ABD’ye karşıydı. Bir süre sonra bir film çekmek için hayatımda ilk kez Ermenistan’a gittim. Ne kadar yabancı hissettiğimi anlatamam. Ne yemekleri, ne mimarisi, ne müziği benim bildiğim gibi değildi. Anadolu’dan hiçbir şey yoktu. Yine bir yabancıydım. Üstelik Ermenistan adlı bir ülkede, bir Ermeni olarak. Fakat orada Micheline Ahromyan’ın ‘Three Apples Fell From Heaven’ (Cennetten Üç Elma Düştü) kitabıyla karşılaştım. Ermeni soykırımını müthiş bir kurgu ve dille anlatıyordu. Büyüleyiciydi. Ölmekte olan bir çocuk, eğer bir Türk veya Kürt aile onu kurtarsaydı nasıl bir hayatı olabileceğini hayal ediyordu. Hemen yazarla tanıştım.
- Kitabı filme dönüştürüyorsunuz ve yapımcısısınız değil mi?
Evet. Kitabı bitirdikten sonra eşim Jose Rivera’ya okuması için baskı yaptım. Jose de çok etkilendi. Ve kitabı bir film senaryosuna dönüştürdü. Senaryoyu Hindistan’a, yönetmen dostumuz Shekar Kapur’a gönderdik. Bu arada yazar Michelin ile hem fiziksel hem de ruhsal bir seyahate çıktık.
- Ne gibi?
Birlikte Der Zor’a ve Resul Ayn’a gittik. Orada atalarımın kemikleriyle karşılaştım. Gerçek anlamıyla söylüyorum. Hâlâ topraktan kemikler fışkırıyor. İşte o noktada Türkiye’ye gitmeye, kitabın başladığı yer olan Harput’u görmeye karar verdim.
- Ve hâlâ büyük öfke içindesiniz…
Hem de nasıl. Haritada Urfa, Antep, Elazığ bana sadece korku filmlerini anımsatıyordu. Sonuçta yazar Michelin, eşim Jose ve ben otomobil kiralayıp Van, Doğubeyazıt, Elazığ’a gittik. Ve o öfke garip bir şeye dönüştü.
- Nasıl bir şey?
Bir gece Doğubeyazıt’ta tanıştığımız Kürt dostlarımızla çay içiyorduk. Biri bana “Bizi niye bıraktınız. Keşke gitmeseydiniz” dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. O anda bu toprağa ait olduğumu, Türkçenin ve yemeklerin ne kadar tanıdık olduğunu fark ettim. Harput’a gittiğimizde ise hiç unutamayacağım başka bir olay daha yaşadım. Antikalar satan bir dükkâna girmiştik. Dükkanın sahibi tercümanlığımızı yapan arkadaşıma beni göstererek ‘O buralı değil mi’ diye sordu. Nedenini sorduğumda ’Çünkü’ dedi, ‘Gözlerinde Anadolu var’. Ermeni olduğumu anlatınca şöyle devam etti: “Anadolu bir ailenin adıdır. Bizlerin yaşadığı, bir ailenin parçalanmasıydı ama bu hâlâ aile olduğumuz gerçeğini değiştirmez.” O anda Türkiye’ye öfkem azaldı. Fakat bu kez kendi cemaatime sinirlenmeye başladım.
- Neden?
Çünkü Ermeni diyasporası benim yaptığım bu ruhsal yolculuğa çıkmamak, kalplerini açmamak ve daima bir kurban olmanın kolayına kaçmakta diretiyor. Gerçi onları çok da suçlayamıyorum çünkü zor bir seyahat bu. Asıl anlamaları gereken Anadolu’yla, Türklerle barışmak demek, soykırımı unutmak, Türkiye devletinin inkâr politikasını onaylamak değil. Ermeni diyasporasının bunu yapması ilk başta kendi kültürlerine ve tarihlerine saygıdır. Ama onlar her şeyi bir taviz alma-verme terazisine oturtmuş vaziyetteler. İşte buna kızıyorum.
- Türkiye devleti “Soykırım var ve özür dileriz” dese, ne hissedersiniz?
Ferahlık. Eğer bunu yapmamaya devam ederse… Bilmiyorum. Bir Ermeni olarak Türkiye’nin “Soykırım vardır” demesine ihtiyacım yok. İşte diyasporaya bunu anlatmaya çalışıyorum. Onlar illa bu cümleyi duymak için direterek Türkiye devletini daha da güçlü bir konuma itiyorlar. Çünkü aslında ne demiş oluyorlar: ‘Sen soykırım oldu demeden, ben iyileşemiyorum.’ Ermeni milliyetçilerinin psikolojisi kurban olmak ve acı üstüne kurulu, evet. Ama Türk milliyetçilerinin hali de son derece üzücü.
- Nasıl?
Gerçekten kaçıp, öyle bir şey olmadı diye sayıklanıyor on yıllardır. Bu da üzücü ve çok yorucu değil mi? Bunu daha ne kadar sürdürebilirsin ki… Sanırım zor bir noktada duruyorum. Ermeni diyasporası böyle bir film yapmaya giriştiğim için beni kınıyor neredeyse. “Türkiye’yle barışmaya çalışman utanç verici” diyorlar. Eminim Türkler de soykırım gerçeğini anlatmaya çalıştığım için beni kınayacak. Ama tam bu yüzden bu filmin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ermeni soykırımının Schindler Listesi’ni yapacağım. Kötüler kadar iyiler olacak. Canavarlar kadar, komşularını kurtarmak için kendilerini tehlikeye atan iyi kalpli insanlar da. I. Dünya Savaşı döneminde Türklerin, Ermenilerin, Kürtlerin yani Anadolu’nun hikâyesi bu.
- Nasıl bir film olacak?
Cennetten Üç Elma Düştü’nün yazarı Micheline Ahromyan Marcom, büyükannesinin gerçek yaşamöyküsünden ilham alarak bu kitabı yazmış. Büyük büyükannesi, babasının Türk işadamı dostu tarafından kurtarılmış. Ve yine o dönemde birbirlerini satan Ermeniler de vardı, onları da filme koyacağız. Yani bu sadece Ermenilere ne olduğuyla değil, insan denen varlığın nelere kadir olduğuyla ilgili. Bilmem gözünüzde canlandı mı?
Neden
Sona Tatoyan (35), Amerika’da doğup büyümüş bir Ermeni. Oyuncu ve film yapımcısı. Çok büyük bir film yapmaya hazırlanıyor. Micheline Ahromyan Marcom’un ‘Three Apples Fell From Heaven’ (Cennetten Üç Elma Düştü) kitabını uyarlayacak. Senaryoyu Che’nin hikâyesini anlatan ‘Motosiklet Günlükleri’ filminin (ve Jack Kerouac’i anlatan On The Road’un) senaristi ve aynı zamanda eşi Jose Rivera yazdı. Yönetmenliğini ‘Elizabeth I’ filmiyle Oscar’a aday olan Hintli yönetmen Shekar Kapur yapıyor. Çekimler bu yılın sonuna doğru başlayacak. Sona’nın hikâyesini, neden böyle bir film çekmek istediğini, bir Anadolu âşığı Hrant Dink’in ölümünün altıncı yılını idrak ettiğimiz bu günlerde dinleyin, istedik. Öfkelenin, üzülün, tanıyın, Dink’in sözünü ettiği ‘çatlağını bulan suyu’ görün ve sevinin, istedik.
(Radikal)