TANER AKÇAM, Taraf, 27 Kasım 2011
Yiğidi öldürüp hakkını vermek gerek. Başbakan Erdoğan, üzerinde daha çok konuşacağımız tarihi bir adım attı. Bir ülke Başbakanının, konuya ilişkin ciddi bir muhalefetin olmadığı, hatta muhalefet partilerinin kendi konuşanlarını susturmak istediği bir ortamda, tarihle yüzleşmeye önderlik etmesi çok önemlidir. Tuhaf bir ülke Türkiye. Demokrasilerde kural normal olarak bunun tam tersi biçimde işler. Muhalefet bastırır, hükümet ayak direr ve sonuçta, baskılara dayanamayan Hükümet bazı gerçekleri kabul etmek zorunda kalır. Bizde bunun tam tersi oluyor. Hükümet başı çekiyor, muhalefet ya ayak diriyor, ya da mecburen arkadan gelmek zorunda kalıyor. Bu ise, Başbakanın yaptığına başka bir önem ve anlam kazandırıyor.
Ama dışarıdan bakınca da ortada görülen durumun çok tuhaf olduğunu itiraf etmek zorundayım. Türkiye’de insanların bu tarihi adımı kutlamalarını ve sevinmelerini anlıyorum. Çünkü çoktandır, “ölümden korkanın sıtmaya razı olması” haleti ruhiyesi içinde yaşanıyor bu ülkede. Ama sorum şu: “ne oldu? Şimdi,1937-8 soykırım benzeri katliamlar nedeniyle Dersim insanından özür mü dilenmiş oldu?”
Türkiye fazlasıyla “miş gibi”ler ülkesi. Her şeyi “miş gibi” yapıyoruz. 301. madde konusunda yaşanan bundan farklı olmadı. 2008’de gelen tepkiler üzerine Hükümet, 301. maddeyi değiştiriyormuş gibi yaptı, ama sonuçta aynı tas aynı hamam. Hangi konuda böyle değiliz ki? Kürt meselesine, yeni anayasa tartışmalarına ve anti-demokratik kanunların değiştirilmesi konularına bakınız. Her konuda yıllardır “miş gibi” yapılıyor. Yıllardır bir şeyler yapıyormuş gibi görünüp, hiç bir şey yapmamanın derin sanatı icra ediliyor bu ülkede.
Tarihle yüzleşmede de durum farklı değil ve Türk usulü yüzleşme şöyle oluyor: ana muhalefet partisine yüklenirken, ona saldırıp puan toplarken, araya sıkıştırılmış bir cümle ile de Dersimlilerden özür dileniyor. Türkiye’de böyle bir adımın bile çok önemli ve anlamlı olduğu yolunda söylenecekleri anlıyorum. Ama “sıtmaya razı olmaktan” vazgeçmek zorundayız. Önemi konusunda söylenebilecek tüm sözlere katılıyor olmama rağmen, itiraf etmek zorundayım ki, bu tür özür dileme tarz olarak ayıptır. Hatta aksine çok kötü ve yanlış bir uygulamanın kapısını aralamaktadır.
Konu bana Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılması sürecinde takındığı tutumu hatırlatıyor. Avrupa Birliğinin standartları var. Türkiye bu standartları almak ve buna göre davranmak yerine, sürekli yan çizerek kendi standartlarını geliştirmeye çalışıyor. “Özür dilemek” konusunda da böyle. Dünya’da çok çeşitli özür dileme tarzları ve biçimleri var. Ama bizimkisi onlardan esasta farklı ve “miş gibi” olma niteliği ile diğerlerinden ayrılıyor.
Sadece iki örnek vereyim: Avustralya’da, 13 Şubat 2008 tarihinde Başbakan Kevin Rudd, parlamentoda yapılan özel bir törenle, Avusturya Hükümeti ve Parlamento adına Aborigine olarak tanımlanan Avustralya Yerlilerinden özür diledi. Bir anlamda “ulusal bir tavır alış” söz konusu idi. Törene Yerliler, kendi özel kıyafetleri ile katıldı ve özür dileme anı televizyonlardan canlı olarak yayınlandı.
Aslında 2008’deki özür dilemenin de kendine has bir tarihi var; ve bu doğrultuda uzun süren bir mücadelenin ürünü. Tıpkı Dersimde olduğu gibi, ailelerinden zorla kopartılarak, “talim ve terbiye” amacıyla “Beyaz Adam”ların evlerine dağıtılmış olan yerli çocukların geri dönmelerine ilişkin yapılan kampanyaları bu konuda bir başlangıç olarak alabiliriz.
Bu kampanya sonrası bir komisyon oluşturuldu ve komisyon Nisan 1997’de “Onları Eve Getirmek (Bringing Them Home)” olarak bilinen bir rapor yayınladı. Parlamentoca da kabul edilen raporu, eyalet parlamentolarının birbirini izleyen özür dileme kararları takip etti.
Bu özür kararlarından sonra 26 Mayıs 1998, “Ulusal Yas Günü” olarak ilan edildi. 1999’da dönemin Başbakan’ı, özür dilemeye yakın “derin üzüntülerini dile getiren” bir açıklama yaptı ve parlamento buna benzer bir karar aldı.
Bu süreç içinde, Avustralya’da, Yerlilerden özür dileme meselesi hiç bir biçimde gündemden düşmedi. Konu Kasım 2007 seçimlerinde de önemli bir rol oynadı. Seçimleri kazanan İşçi Partisi başkanı Kevin Rudd 11 Aralık 2007 tarihinde yaptığı bir açıklama ile Avustralya Yerlilerinden özür dileneceğini ilan etti. Fakat bu özürün içeriğinin Yerlilerle yapılacak görüşmelerle belirleneceğini söyledi. Ve nihayet 13 Şubat 2008 tarihinde, Avusturya Hükümeti ve Parlamentosu adına, muhalefetin de katılımıyla düzenlenen büyük bir törenle özür dilendi. Şimdi bu özürün doğal sonucu olan, Yerlilerin zararlarının nasıl tazmin edileceği sorunu etrafında tartışmalar hâlâ sürmekte...
Örnekleri artırmak mümkün. 1988 yılında Kanada hükümetinin, İkinci Dünya Savaşı sırasında göz altına alınan, 14,000’i Kanada’da doğma 22,000 Japon asıllı Kanadalı vatandaşından özür dilemesi bir başka örnek olarak verilebilir. Bizim Varlık Vergisi kurbanları gibi, mal ve mülklerine zorla el konarak, açık artırma ile yok pahasına satılan, toplama kamplarında zorla amele olarak çalıştırılan bu insanlar, 1946’dan itibaren de hiç tanımadıkları ve bilmedikleri Japonya’ya zorunlu sürgüne yollandılar.
1949’da, Japon vatandaşlar üzerindeki tüm kısıtlama ve yasaklamalar kaldırıldı ve geri dönüşler başladı. Ortada bir hata olduğu ve bunun düzeltilmesi gerektiği uzun yıllar tartışma konusu oldu, nihayet Eylül 1988’de resmi özür dilendi. Ayrıca kötü muameleye tabi tutulan her bir kişiye 21,000 dolar tazminat ödendi; bunun dışında, yıllardır hakları uğruna mücadele eden Japon Kanadalılar Ulusal Derneği’ne, İnsan Hakları konusunda çalışmalar yapması amacıyla 24 Milyon dolar bağış yapıldı.
Başka örneklerden de biliyoruz, her bir özür hareketinin belli bir ciddiyeti ve muhatabı olan insanlar açısından ciddi sonuçları var. Bizde olduğu gibi, “miş gibi” biçiminde olmuyor hiç bir şey. “Nasıl olur da muhalefet liderine bir gol atarım” havasıyla hele hiç yapılmıyor.
CHP’nin fukaralığı ortada; ona yüklenerek ve “puan toplama” havasında özür dilenmez. Parlamento’da komisyon kurulur; nelerin yaşandığı bir raporla açıklanır; Dersim ileri gelenlerinin de davet edildiği resmi bir oturumda Hükümet ve Parlamento adına özür dilenir. Dersimlilerin maddi ve manevi zararlarının giderilmesi yolunda adımlar atılmaya başlanır. Dersim’e 1937-8 Tarih Müzesinin kurulması, Seyit Rıza ve diğer idam edilenlerin mezarlarının bulunması; toplu katliam yerlerinin bulunarak, öldürülenlerin kemiklerinin, Dersim dini töre ve geleneklerine göre yeniden gömülmesi, ve adlarına bir anıt dikilmesi yapılacak olanlardan sadece bazılarıdır.
Ama tüm bunların yapılabilmesi, tarihle yüzleşmenin “muhalefete gol atma sanatı” olmadığının bilinmesiyle mümkün. Özür dileme, devlet ve çoğunluk ulus adına, mağdur olanlara yönelik, resmi olarak yapılması gereken bir eylemdir. Mağdurlara, acılarının anlaşıldığı ve paylaşıldığı mesajının verilmesi ve uğradıkları zararların kısmen de olsa giderileceğinin bildirilmesi gerekir.
Eğri oturup, düz konuşmak gerek. Bunların hiç birisi olmaz bu ülkede. Çünkü bunların olabilmesi için, tarihle yüzleşmeyi merkezine koymuş toplumsal-siyasal bir hareketin olması gerekir. Parlamento, tarihle yüzleşmekten öcü gibi korkan ve konu açılınca cin çarpmışa dönen partilerle dolu. Bu partilerin en demokrat geçineni, BDP, “ulusal kurtuluş savaşlarında olur böyle şeyler” havasında PKK’nın “faili meçhullerinin” üstünü örtme uzmanı olmuş durumda. Kendi tarihiyle yüzleşmekten yoksun birisinin, Başbakan’ın söyledikleri ve yaptıkları üzerinde mangalda kül bırakmaması fazlasıyla can sıkıcı.
Dedim ya, yiğidi öldürüp, hakkını vermek gerekir. Beğenelim ya da (benim gibi) beğenmeyelim, Türkiye’de siyasi olarak tarihle yüzleşmenin önderliğini Başbakan ve AKP çekmektedir. Ergenekon davasıyla, faili meçhul soruşturmalarıyla ve Dersim tartışmasıyla şu anda önde ve ilerde duran Başbakan ve Partisidir... Onların söylediklerinin ve yaptıklarının ötesine giden, onları sıkıştıran ve zorlayan, tarihle yüzleşmeyi merkezine almış siyasal bir hareket yok. Böyle bir hareketin yokluğunda, Başbakan’a teşekkür etmekten ve onun “miş gibi”leriyle idare etmekten başka bir seçeneğimiz yok gibi duruyor... Üzücü olan da bu.
Sonuçta görmemiz gereken gerçek şudur: Eğer tarihle yüzleşme, Balkan savaşlarından başlayan (isteyen 1878 ile başlatsın) ve 2007’de Hrant Dink’in öldürülmesiyle noktalanan, Osmanlı-Cumhuriyet devlet ve toplumunun devasa alt-üst oluş süreci gibi geniş bir perspektife oturtulamaz ve Hıristiyanlara, özelliklede Ermenilere yönelik soykırım merkeze alınamaz ise, kendisini “demokrat-sol-liberal” olarak tanımlayan çevreler, AKP’nin arkasından daha çok nal toplamaya devam ederler.