Alper Görmüş 24 Ocak Salı günü Taraf Gazetesi'nde yayınlanan yazısında; 'Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, Hrant Dink davasının “Ankara’nın karanlık dehlizlerinde kaybolmaya terk edilmeyeceğini” vaat eden sözleri güzeldi, umut vericiydi. Şimdi, Başbakan’ın bu vaadinin takipçisi olmasını bekliyoruz, biz de onu takip edeceğiz.' diyor.
Başbakan’ın aynı konuşmada sarf ettiği “Hükümet, yargının bütün taleplerini yerine getirmiştir” şeklindeki sözleri ise bence çok daha önemliydi ve üzerinde daha fazla durulmayı gerektiriyordu. Neden?
Birincisi: Başbakan, bu cümleyle, hükümetin bu davadaki görevinin “yargının kendisinden talep ettiklerini yerine getirmek”le sınırlı olduğunu imâ ediyor ve hükümetin davayla ilgili olarak herhangi bir ağırlık koymadığını zımnen kabul ediyor. (Başbakan’ın Ergenekon, Balyoz gibi davaları sahiplenmesine benzer bir sahiplenmeden söz ediyorum; bunu göremedik.)
İkincisi (bu çok daha önemli): Başbakan’ın, yargının taleplerinin idare tarafından yerine getirilmesi sürecinde Dink ailesinin avukatlarına saç baş yoldurtan onca rezalete rağmen bu sözleri bu güvenle söylemesi çok ama çok ilginç! Benim aklıma sadece bir ihtimal geliyor: Başbakan’a bu konuda verilen bilgiler böyleydi ve o da bunlara inandığı için öyle konuşmuştu.
Eğer varsayımım doğruysa, Başbakan’ın “bu dava karanlık dehlizlerde kaybolmayacak” sözünü tutabilmesi için “dehliz”e giriş kapısının hemen bitişiğinde olduğunu fark etmesi ve çok dikkatli olması gerekiyor.
Geçtiğimiz cuma gecesi Samanyolu Haber televizyonunda Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’le yapılmış uzun bir söyleşi yayınlandı. Söyleşinin bir bölümünde Çelik, tıpkı Başbakan gibi idarenin hükümetin dava sürecinde yargının bütün taleplerini derhal yerine getirdiğini, eleştiri konusu olan iki somut örnek üzerinden göstermeye çalıştı. Ben, Çelik’in “savunma”larında kullandığı argümanları büyük bir şaşkınlıkla izledim. Çünkü verdiği bilgilerin (bakın, “savunduğu görüşlerin” demiyorum) gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktu, düpedüz yanlıştı!
Bürokratların Ermeni algısı...
Biraz sonra Hüseyin Çelik’in iki somut örnekle ilgili sözlerini aktarıp onları gerçek durumla karşılaştırdığımda sizin de bana hak vereceğinizi düşünüyorum. Fakat ondan önce, “Ermeni”kelimesinin bürokraside nasıl bir refleksi harekete geçirdiğini, Ermenilerin hakları ve hukukları konusunda bürokrasinin nasıl bir zihniyet yapısında olduğunu göstermek üzere geçtiğimiz yıl gazetelerde yer alan iki haberi kısaca hatırlatmakta yarar görüyorum.
Birinci haber, Ermeni vakıf mallarının gerçek sahiplerine iadesine ilişkindi... Patrikhane’nin avukatı Kezban Hatemi’nin açıklamasını okuduğumda yüksek sesle “vay canına” dediğimi hatırlıyorum... Çünkü Hatemi, Başbakan’ın ve Dışişleri Bakanı’nın açık iradelerine rağmen Dışişleri bürokrasisinin“malların iadesi yerine parasal karşılıklarının ödenmesi” yönünde gizli ibareli bir belgeyi gördüğünü söylemişti o açıklamasında...
İkinci örnek, Hrant Dink’in “Türklüğe hakaret”ten aldığı ceza karşısında, öldürülmeden önceAvrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açtığı davaya Dışişleri Bakanlığı’nın gönderdiği, bürokratlarca hazırlanmış “savunma...”
“Savunma”dan şu cümleyi hatırlayacaksınız:
“Dink Türklüğü aşağıladı, nefret söyleminde bulundu. Bu tür yazılar halkı tahrik etme suçunu oluşturur, kamu düzenini bozar. Almanya’da bir Nazi liderine verilen cezayı AİHM onaylamıştır.”
TİB, istenen bilgileri hemen göndermiş!
Hüseyin Çelik’in sözünü ettiğim programda verdiği iki örnek, kendisinin de belirttiği gibi doğrudan idarenin sorumluluğuyla ilgiliydi ve bu nedenle de isabetliydi. Fakat Çelik’in idareyi savunurken sarf ettiği sözler ne yazık ki o kadar isabetli değildi...
Daha tazesinden, mahkemenin, cinayet bölgesindeki baz istasyonu kayıtlarını Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’ndan (TİB) istemesi keyfiyetinden başlayalım...
Hüseyin Çelik şöyle dedi programda:
“Hükümet ne yapabilirdi? Mahkeme ne isterse bunu temin etmektir. Efendim, TİB bilgileri vermedi... Bakın ben bu evrakı getirdim buraya... Şimdi TİB diyor ki, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi 26 Şubat 2010 tarihli bir yazıyla bizden bu bilgileri talep etmiş. TİB diyor ki, 1 Nisan 2010 tarihi itibariyle bu bilgiler kendilerine gönderilmiştir. Yani aradan 31-32 gün geçtikten sonra... Bu yazışma süresidir... TİB, özellikle katilin, katile destek olan, o etrafta ilgili olabilecek şahısların görüşmeleri, bunların tapeleri vs. ellerinde ne varsa, kendilerine göndermiş.”
Gerçek ise şöyle:
TİB, evet, mahkemenin 26 Şubat 2010 tarihli talebine cevaben 1 Nisan 2010’da mahkemeye bir kâğıt gönderdi ama, o kâğıtta Çelik’in söylediği gibi mahkemenin istedikleri yoktu, o kâğıt o civarda baz istasyonu olmadığı “bilgisini” vermek için gönderilmişti mahkemeye... GSM şirketlerinin “orada baz istasyonlarımız var” açıklamasından sonra ise TİB bu defa da “özel hayatın gizliliği”ni gerekçe göstererek mahkemenin talebine ayak sürümeye devam edecekti.
Doğru, sonunda kayıtlar gönderildi ama bu ancak kamuoyunda açılan “TİB kayıtları göndersin”kampanyasıyla mümkün olabildi. Onun tarihi de Çelik’in dediği gibi 1 Nisan 2010 değil, 21 Kasım 2011... TİB Başkanı Fethi Şimşek, kendisiyle konuşan AGOS muhabirine bizzat açıklamıştı bu bilgiyi... Hüseyin Çelik bunu Fethi Şimşek’e bir telefon ederek bizzat öğrenebilir.
Ayrıca, mahkemenin bilgileri ilk kez 26 Şubat 2010’da istediği de doğru değildi. Ondan önce Nisan 2009 ve Temmuz 2009’da da talep edilmiş fakat bu taleplere cevap verilmemişti. Kasım 2011’deki bilgilendirme ise mahkemenin Mayıs 2011’deki dördüncü talebine cevaben ve yukarıda da belirttiğim gibi kamuoyunda açılan kampanyadan sonra mümkün olabilmişti.
MİT’çiler tehdit etmemiş!
Hüseyin Çelik’in verdiği ikinci örnek, Hrant Dink’in ölümünden bir hafta önce (12 Ocak 2007) AGOSgazetesinde yayımlanan “Neden Hedef Seçildim” başlıklı yazıda “her şeyin başlangıcı” diye tanımladığı, Vali Yardımcısı Erol Güngör’ün odasındaki, iki MİT mensubunun da katıldığı görüşmeye ilişkindi...
Hüseyin Çelik, Samanyolu Haber televizyonundaki söyleşide 24 Şubat 2004 tarihli görüşmeyi şu cümlelerle anlatmıştı:
“Üç yıl önce 2004’te AGOS gazetesinde Sabiha Gökçen’in Ermeni olduğuna dair bir yazı yayımlanıyor... Sonra bunun üzerine tartışmalar başlıyor. Sonra bir internet sitesinde (...) Ermeni okullarının adresleri, Ermeni Patrikhanesi’nin resimleri yayımlanıyor. Yani bu internet sitesi Ermenilere karşı sanal âlemde bir tehdit oluşturuyor. (...) Konunun hassasiyetini paylaşmak üzere Hrant Dink davet ediliyor ve kendisiyle bu konu konuşuluyor. Daha sonra kendisi de yazdığı yazıda bir tehditten falan söz etmiyor, nezaket ölçüleri içinde yapılmış bir görüşmeden söz ediyor...”
Tümüyle yanlış!
Dink, “Neden Hedef Seçildim” başlıklı yazısında o görüşme için aynen şöyle yazmıştı:
“Konuşmaların içeriğinden, beni hangi amaçla oraya çağırdıkları belliydi. Haddimi bilmeliydim... Dikkatli olmalıydım... Yoksa iyi olmazdı! Artık hedefteydim. Hakikaten de sonrası iyi olmadı.”
Hüseyin Çelik’e bu “tehdit yok, nezaket var” bilgisi yanlış verilmiş belli ki. Fakat sansürlenip verilmeyen bilgi, ondan da önemli... O da şu:
Dink ailesinin avukatları, dava başlar başlamaz ilk iş olarak o iki MİT mensubunun kimliklerinin valilikten sorulmasını istediler. Öyle ya, maktul geride bir mektup bıraktıysa ve o mektupta cinayet sürecinin nerede, nasıl ve ne zaman başladığını kendi algısıyla anlattıysa, soruşturma süreci öncelikle o mektuptan başlamalıdır.
Ne var ki bu çabadan yıllar boyunca hiçbir sonuç alınamadı, kimlikler mahkemeye bildirilmedi.
Kimlikler nihayet belli olduktan sonra, iki MİT mensubunun ifadelerinin alınması için gerekli olan Başbakanlık oluruna geldi sıra. Başbakanlık, 2010 ortalarında vermediği izni 21 Ocak 2011’de verdi. (Ben şimdi, ilkinde bu iznin Başbakan tarafından neden ve ne surette verilmediğini çok merak ediyorum.)
Vaziyet böyle...
Bence, Başbakan’ın ve Hüseyin Çelik’in sözleri ve tavırları birlikte değerlendirildiğinde, hükümetin ilgili bürokratlar tarafından yanıltıldığı ciddi bir ihtimal olarak çıkıyor ortaya.
İşte o nedenle ben, hükümetin Dink davasını bu bürokrasiyle götüremeyeceği ve davayı yakından takip edecek özel bir “bilgilendirme ekibi” oluşturması gerektiği kanaatini taşıyorum.
Taraf