Clark Üniversitesi’nden araştırmacı-yazar Ümit Kurt, Suriyeli Ermenilerin endişelerini yazdı. Kurt, “Suriye’de yaşanmakta olan iç savaşın Ermeniler üzerinde yarattığı en önemli kaygı, güvenlik. Ermeni toplumu, belirsiz bir gelecekten doğan kaygıları taşımaktan dolayı tükenmiş durumda” diyor. Türkiye’ye de öneriler sunan Kurt’un Zaman gazetesinde yayımlanan ‘Türk dış politikası ve Suriye Ermenileri’ başlıklı yazısı şöyle:
Suriye’deki Ermeni nüfusunun tamamını Esed yanlısı rejimin destekçisi olarak görmemek gerektiği notunu düşmekle birlikte; Suriye’de yaşayan Ermenilerin Esed sonrası kuvveden fiile çıkması oldukça yüksek olan Sünni ağırlıklı bir devlet yönetiminden de endişelendiği aşikâr. Yaklaşık iki yıla yakın bir süredir devam eden Esed yanlıları ile muhalifler arasındaki çatışmaların belki hiç yaşanmadığı nadir yerleşim yerlerinden biri olan Halep de en sonunda çatışmalardan nasibini aldı.
Halep kentinin tarihsel olarak nüfus yapısı göz önüne alındığında buradaki Ermeni nüfusunun her anlamda yerleşik ve kayda değer bir nüfus olduğu gözden kaçırılmamalı. Bildiğimiz üzere çatışmalar Ermeni mahallelerine sıçradı. Muhaliflerin kontrolü ele geçirdiği bölgeye rejim güçlerince girildiğini gördük. Söz konusu mahallelerde Ermeni nüfusun yanı sıra önemli tarihî yapıların da bulunduğunu belirtelim.
1915’te yaşadıkları felaket sonrası Osmanlı İmparatorluğu’nu o dönem yöneten siyasî karar alıcılar tarafından Suriye’ye sürülen ve burada ender de olsa hayatta kalabilen Ermeniler Suriye’deki Hıristiyan nüfusun yüzde 8-10’unu teşkil ediyor. Suriye’de yaşanmakta olan iç savaşın Ermeniler üzerinde yarattığı en önemli kaygı, güvenlik. Ermeni toplumu, belirsiz bir gelecekten doğan kaygıları taşımaktan dolayı tükenmiş durumda. Bütün bu güvenlik kaygılarının tarihsel olarak temelinde 1915’te Ermeni toplumunu büyük bir gadre uğratan olaylar silsilesinin varlığının altını çizmek gerekiyor. Ermeniler için Esed rejimi Sünni çoğunluk karşısında güvence altında yaşamanın kaynağı olan bir emniyet supabı işlevi görüyordu. Ancak iç savaş sonrası yaşanan gelişmeler, Suriye'deki muhalif güçlerin Esed’e karşı daha kuvvetli hale gelmesi Ermenilerin de Esed rejimine yönelik eski tutumlarını değiştirmelerine yol açmış durumda.
Ülkedeki diğer azınlıklar gibi Ermenilerin de güvenlik ortamının bozulmasından zarar görecekleri endişesini taşıdıklarından dolayı bölgede her geçen gün dozajını artıran şiddet olaylarına rağmen Esed rejimine yönelik daha tarafsız bir tutum aldıklarını söyleyebiliriz. Bu karışık tabloda bulundukları konuma bakılmaksızın pek çok Suriye Ermeni’si, Suriye’nin çıkarlarının yabancı hükümetlerce yeterince hesaba katılamayacağını düşünerek dış müdahale ihtimaline karşı endişeli bir tutum sergilemekteler. Özellikle Türkiye’nin muhaliflere verdiği destek Suriyeli birçok Ermeni’nin kaygılarını artıran bir neden. Pek çok Suriye vatandaşının Türkiye’de eğitilip Suriye'deki muhaliflere katılmak üzere ülkelerine döndüğüne ve bunlardan bazılarının Suriye otoritelerince yakalandığına dair söylentiler bölgede ciddi anlamda konuşulan mevzuların başında geliyor.
Ermenilerin en büyük korkusu Esed hükümetinin düşmesinden sonra daha otoriter bir yönetimin işbaşına geleceğine ilişkin. Her ne kadar Suriye Ulusal Konseyi ve Özgür Suriye Ordusu defaatle Hıristiyan halka dönük bir nefret dürtüsüyle hareket etmediklerini belirtse de söz konusu muhalefet blokunun homojen olmadığının altını çizelim. Bence hükümetin Suriye ile ilgili siyasetini biçimlendirirken muhalefetin bu parçalı yapısını göz önünde bulundurması gerekiyor. Burada önemli bir nokta daha var ki o da Esed rejimin Ermeniler başta olmak üzere diğer Hıristiyan grupları manipüle eden çıkışları. Açık bir biçimde Esed rejimi azınlıkların muhalefetten korkmasını istiyor. Bu bağlamda muhalefetin de Esed’in eline yeterince koz verdiğini belirtmek gerekiyor. Bilhassa Özgür Suriye Ordusu’na mensup muhalif grupların bir kesimi şiddet olaylarının katsayısını artırmak niyetinde ve bu durum en başta Ermeniler açısından büyük bir endişe ve korku kaynağı. Halep’te yaşanan gelişmeler bunun en önemli göstergesi.
Tam da bu noktada Türkiye’ye büyük iş düşüyor. Esed gibi kendi halkına katliam uygulayan ve bunu yaparken uhdesinde bulunan devletin bütün aygıtlarını bunun için seferber eden bir diktatöre karşı çıkmak her adil, hakkaniyetli ve vicdan sahibi ülkenin yapması gereken bir duruş. Hükümetin Esed'e karşı yürüttüğü koyu muhalefetin temelinde en azından söylem düzeyinde de olsa böyle bir parametre var. Bugünün Baas rejimlerinin özellikle Arap Baharı sonrası Ortadoğu coğrafyasında yaşanan gelişmeler ve ‘yeni düzen’ çerçevesi göz önünde bulundurulduğunda hiçbir biçimde meşruiyetinin kalmadığı ve hayatta kalmasının imkânsız olduğu aynı ile vaki. Bu bağlamda Türkiye’nin, uzun vadede Suriye’nin dinî, mezhep ve etnik yapısı bir hayli karmaşık yapısını dikkate alarak; herhangi bir etnik ve dinî grubu ön plana çıkarmadan bu yapıya uygun bir demokratik sistemin kurulması için aktif rol alması gerekiyor.
Bu politikayı realize etmek için ise siyaseten inandırıcı ve samimi olmak şart. Türkiye’nin Suriye Ermenilerinin güvenini kazanmak adına 1915 ile ilgili bütün olayları cesurca tartışmaya açması ve yüzleşmesi lazım.
Tabii burada Hıristiyan gruplara da önemli bir görev düşüyor. Denize düşen yılana sarılır kabilinden sırf güvenlik kaygısıyla Esed rejiminin katliam ve işkencelerine de bigâne kalmak bu grupların güvenliğine yönelik en büyük tehdit. Zira böyle bir rejimin aynı şiddeti Hıristiyanlara da uygulamayacağının garantisini hiç kimse veremez. Zira şiddeti kendi halkına yönelik siyasî bir enstrüman olarak kullanan ve bu sayede gücünü konsolide etmeye çalışan rejimler açısından bu şiddetin muhatabı her dinden, dilden ve mezhepten kesimler olabilir. Dolayısıyla Hıristiyan grupların Esed diktasına tereddütsüz karşı durması elzem. Öbür türlü kendileri de eninde sonunda yıkılacak olan; hiçbir hukuki meşruiyeti kalmamış bu rejimle özdeşleşme riski ile karşı karşıya kalırlar ki tam da bu durum bahsi geçen grupların güvenliklerine yönelik tehdidi oluşturur.
Son tahlilde Suriye’deki durum kritik bir diplomatik eşiğe geldiğimizin bir göstergesi. Bu noktada Türkiye’nin artık sürdürülmesi anlamsız ve yararsız; dış politikada manevra alanını kısıtlayan sorunlarını bir biçimde çözmesi gerekiyor. Ermenistan ve Ermeniler ile ilgili problem bu sorunların tam da merkezinde duruyor. Buradan çıkacak hem Ermenileri hem de Türkleri memnun edecek bir uzlaşma Ankara’nın elini ciddi biçimde güçlendirecektir. Uluslararası ilişkilerde temel prensip ülkelerin çıkarlarını maksimalize etmesi üzerine kuruludur. Ancak Ermeni meselesinde Türk tarafına bir an bile olsa bu prensibi ön plana çıkarmak yerine; daha insanî bir damardan hareket ederek Ermenilere bir vicdan borcu olduğunu hatırlatmamız gerekiyor.