Ülkesinden koparılan insanların öyküsü: ‘Anavoles kai Katiforoi’

İstos Yayınevi, İstanbul’daki Yunanca edebiyata hayat verdi ve bu dilde bir kitap yayımladı. Ekümenik Patrikhane’nin basın sözcüsü Hristos Anagnostopulos’un otobiyografik tınılar taşıyan ‘Anavoles kai Katiforoi’ adlı romanı geçen ay yayımlandı. Kitap, Kıbrıs olayları üzerine 1964’te tehcir edilen bir grup İstanbullu Rum’un yeni bir hayat kurma uğraşlarını ve bunu bir türlü başaramamalarını anlatıyor.

Çocukluğum Kadıköy, Moda’da geçti. O zamanlar orada yaşayanlar için bir vatandı Kadıköy, İstanbul başka bir yerdi. Moda’da çok fazla Ermeni, Yahudi, İngiliz, Alman vardı; 60’lı yıllara kadar Moda’ya çıktığında Türkçe konuşan duymazdın. Bir de Atatürkçü kimseler vardı fakat gayrimüslimlere karşı bugünkü gibi fanatik bir düşmanlıkları yoktu. O zaman da Tanrılaştırılmış bir Mustafa Kemal vardı ama o bu kadar dogmatik değildiler. Bize “Dikkatli olun” derlerdi, çevredeki tehlikelerden bizi korumaya çalışırlardı. 

EMRE ERTANİ                                                                     Fotoğraflar: Dimitris Petridis
eertani@gmail.com

Yunanistan’ın olduğu kadar, Balkanların ve Doğu Avrupa’nın da ilk romanı olan Filotheu Parerga (Filotheos’un İşleri), Eflak Boğdan Beyi Nikolaos Mavrokordatos tarafından 1710 gibi erken bir tarihte İstanbul’da yazılmıştı. 910 bin nüfuslu İstanbul’da 1914 Osmanlı sayımına göre 205 bin, 1912 Patrikhane verilerine göre 310 bin Rum yaşıyordu. Çok canlı bir yayın hayatının olduğu İstanbul'da Cumhuriyet’le birlikte Rum nüfusun azalmasına ve sorunların artmasına paralel olarak kitap yayımlamak, çok daha önemli sorunları olan Rum toplumunun önceliklerinden biri değildi artık.

Uzun yıllar sonra, İstos Yayınevi, İstanbul’daki Yunanca edebiyata hayat verdi ve bu dilde bir kitap yayımladı. Ekümenik Patrikhane’nin basın sözcüsü Hristos Anagnostopulos’un otobiyografik tınılar taşıyan ‘Anavoles kai Katiforoi’ (Ertelemeler ve Yokuşlar) adlı romanı geçen ay yayımlandı. Kitap, Kıbrıs olayları üzerine 1964’te tehcir edilen bir grup İstanbullu Rum’un yeni bir hayat kurma uğraşlarını ve bunu bir türlü başaramamalarını anlatıyor. Yazar, mağduriyetleri vurgulamaktan özenle kaçınarak, bu insanların kendilerini her yerde yabancı hissetmelerine ve önemli kararları hep erteliyor olmalarına odaklanıyor. ‘Rum’ kelimesini hiç sevmediğini söyleyen Anagnostopulos’la geçmişten bugüne Türkiye’deki Rumların durumunu ve kitabını konuştuk.

Bu romanı yazmaya nasıl karar verdiniz?

Lisedeyken çok fazla kitap okurdum. Beni etkileyen olayları öykü olarak yazma arzusu oluştu. 70 sayfalık ‘Yolun Başındayız’ diye bir hikâye yazdım ve bunu Rumca edebiyat hocama verdim. “Çok iyi gözlem yapıyorsun, okumaya devam et” demişti. Bunu hiç unutmam. Okuldan sonra Atina’da edebiyat okumak istiyordum, küçük bir burs buldum  fakat o para yeterli olmadığı için gidemedim. Edebiyatın dışında matematik ve kimyayı da çok seviyordum. Ben de İstanbul Üniversitesi’nde kimya ve biyoloji okudum. O zamanlar da yazmaya devam ettim. Kıbrıs meselesinin alevlendiği 65 yılında askere gittim. OIkulda kalıp doktora yapmayı çok istiyordum ama Kıbrıs olayları o kadar gündemdeydi ki “Gâvur” diye hakaret eden, düşmanca yaklaşanlar oldu. Gazeteler manşetlerinde “Rumlar iki Türk’ü öldürdü” diye yazıyordu. Bu ‘Rum’ kelimesi büyük bir çile çekmemize neden oldu. Bu kelimeyi hiç sevmem ama kendime Yunan da diyemem çünkü Yunanistanlı anlamına gelir; ama ben buralıyım.

Neden sevmiyorsunuz Rum kelimesini?

Bu kelime sadece problem çıkarmıştır. Rum, Romalı demektir, ben Romalı değilim! Bu kelime Arapların 7 ve 8. yüzyılda Bizans ile ilişkiler kurmasıyla ortaya çıktı. Araplar, Bizans’ın Roma İmparatorluğu’nun bir devamı olduğunun farkına vardılar. Araplar Roma’ya Rum derlerdi. Buradaki (Anadolu) Helenlere de Rum dediler. Türkler de, Anadolu’ya girdikten sonra bu Rum kelimesini kullandılar, herkese Rum dediler. Hatta Patrikhane’ye bile Rum Patrikhanesi dediler.

Rum kelimesi Türkiye-Yunanistan arasındaki politik sorunlardan dolayı düşman anlamında kullanılmamış olsaydı bugün kendime Rum diyebilirdim. Fakat benim bu Rum kelimesinden nefret etmemin sebebi, başımıza gelen bütün bu dertlerin sebebi olmasından dolayı. Örneğin Kıbrıslılara neden Rum dendiğini anlayamıyorum, ya Kıbrıslı demek gerekir ya da Helen veya Yunan denebilir. Ama Rum kelimesi özellikle kullanılmıştır ve buradaki Rumlar da Kıbrıs’taki anlaşmazlıkların bir tarafı olarak gösterilmiştir. Eğer Rum kelimesi olmasaydı burada yaşayanlarla Kıbrıs’takiler birbirine karışmamış olurdu. Hâlâ da Kıbrıs Rumları deniyor. Bu kelimenin bir kıymeti vardır fakat buradakiler için bir talihsizlik olmuştur. İstanbul'daki Rumlara da bu durumu anlatmak zor, “Rum değilim” desen, “Nesin?” diye sorarlar.

Peki, yazmaya nasıl başladınız?

Askerliğimi yaptığım yer İstanbul’a yakın olduğu için her haftasonu Kadıköy’deki Rum derneğine giderdim. Sıklıkla siyasi durumlar konuşulurdu. Her gelişimde arkadaşlarımdan biri gitmeye karar vermiş ve ikinci gelişimde ise, gitmiş oluyordu. Her geldiğinde sevdiğin bir arkadaşını bulamamak, mektuplaşmaya mecbur olmak beni bunları yazmaya itti. Ve 67 yılının kışında askerde bunları yazmaya başladım.

Bu öyküleri dört kitap olarak yazdım. Ama romanlarda ayrı ayrı hikâyeler var, birbirlerinin devamı değil. Buna ‘Şarkının Sonu’ ismini vermiştim. Kitabı bitirdiğimde askerliğim bitmişti ve döndükten sonra evlenip, Almanya’ya yerleştim. Bu 150 sayfalık hikâyeyi değiştirerek defalarca yazdım, son halini 89 yılında verdim. Bunu yazarken birincisine de başladım. “Neden üçüncüsünü yayımlayarak başladın?” diye sorarsan eğer, hiç inanmıyordum bunların Türkiye’de yayımlanacağına. Birincisini Selanik’te tanıdığım bir yayınevine vermiştim. Kapağı bile hazırlandı fakat iflasın eşiğine geldiği için basamadı. 

Neden Yunanistan’a yerine Almanya’ya gittiniz?

‘Babam ikinci defa askere alındığı için vaftiz olamadım’

Varlık Vergisi de gayrimüslimlerin başına gelen en ağır olaylardan biridir. Babam hem Varlık Vergisi verdi hem de ikinci defa askerlik yapmıştı. Normalde çocuklar en geç beş aylıkken vaftiz olurlar fakat babam askerde olduğu için ben bir yaşımda vaftiz olmuşum. 

Babam Aşkale’ye gitmedi, vergi çok da olsa verdi. Sonra çok zorluğa düştü tabii. Varlık Vergisi zamanı Türkiye’den gitme durumu yoktu kimsenin. Nereye gideceksin ki? Avrupa’nın büyük bölümü Alman işgalindeydi. 60’larda ise gidiş mümkündü nitekim gidildi de.

Benim siyasi düşüncelerim ortanın solundadır. 67’den 84’e kadar Yunanistan’da faşist bir diktatörlük vardı oraya gidemezdim, burada da iş bulamıyordum. Almanya’ya doktora ve araştırmalar yapmak için gittim. Ama İstanbul’la olan irtibatım kopmadı, gidip geliyordum. Daha sonra Türkiye’de tanıdığımız insanların sayısı azaldıkça buraya geri dönme ümidimizi kaybetmiştik. Nitekim 89 yılında Almanya vatandaşı olduk.

Bu gidiş gelişlerde yaşanan trajedileri de görüyordum. Mesela 70’li yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı, İstanbul’daki Rum liselerindeki öğretmenlerin işlerine son veriyordu. Küçük bir cemaat içinde, idealistçe öğretmenlik yapanlara Bakanlığın gelip, “Sen Türk için tehlikelisin” demese de “Uygun değilsin” diyerek tebliğler göndermesi üzerine yaşadığı ruh halini düşünün. “Bunu yazmak lazım” dedim ve ikinci romanımı yazdım. Bir Rum öğretmenin başına gelenleri yazdım. Bu öğretmen romanın sonunda İstanbul’u terk ediyor. Dört romanımın üçü İstanbul’un terk edilmesiyle sona erer. Dördüncü romanımda ise, İstanbul’u terk etmeyerek Moda’da yaşamına devam eden bir aile ile İstanbul’dan gitmek zorunda kalmış bir ailenin hayatının karşılaştırmasıdır. Hangisi daha mutlu oldu onu sorguladım. Sonuç olarak ikisi de mutlu olamadı çünkü yaşadıkları travmalar aile hayatlarını zehirlemeye devam etti.

Türkçe olarak da yayımlamayı düşünüyor musunuz?

Kitap Türkiye’de birkaç yüz taneden fazla satmaz, malum Yunanca. Ama eğer Yunanistan’da satılabilip iktisadi yönden bir temel olursa Türkçeye çevrilip yayımlanması da mümkün olur. Fakat Yunanistan’ın şu ortamında böyle bir roman ne kadar okunur bilemiyorum. Türkçe olarak yayımlanırsa burada ilgi göreceğini düşünüyorum çünkü insanlar merak ediyorlar geçmişte neler olduğunu. Sadece geçmişi inkâr edenler yok, açık fikirli insanlar da var artık.

Ayrıca başka romanlar da yazdım. Almanya’da yaşadım yılları anlattığım bir romanım var. Bunda kapitalizm eleştirisi, insanların paraya nasıl kul olduklarını anlatmaya çalıştım. Solcu bir kişinin Almanya’daki kapitalist sitemde yaşadığı zorlukları anlattım. “Bu rahiplikle nasıl bağdaşıyor?” diye soracaksın tabii.

Evet. Bu nasıl oluyor?

Bir rahibin amacı topluma hizmet etmektir. Eğer bir ikilem içinde yaşarsan, “Kime itaat ediyorum?” diye sorarsın. Kitab-ı Mukaddes, “Tanrı’ya mı yoksa şeytana mı itaat ediyorsun?” diye sorar. Burada şeytandan kasıt paradır. Bir rahibin vazifesi problemleri çözmektir, böyle olursan komünist olmadan da kapitalizme, emperyalizme karşı çıkarsın.

Kitaptaki öyküye gelirsek…

1964 tehcirinde giden insanların Atina’da muhtelif tecrübelerden sonra buluşması ve bu travmalarla nasıl yaşadıklarını birbirlerine anlatmalarını işledim romanımda. Sadece olayların sonrasındaki hislerini değil buradan gidişlerini de anlatıyor kitap. 21 yaşına kadar çok memnun bir şekilde ülkesinde yaşamış bir insanın birdenbire vatan olarak gördüğü topraklarda istenmediğini öğrenmesi feci bir şeydir. Biri sormuştu bana “Neden bunları yazıyorsun?” diye. Aklıma şu cümle geldi: “Sevdiğin ve yaşamak istediğin yer, vatanının, seni sevmediğini hissettirdiği andan itibaren ne yaparsın?” Bu soruyu roman yazmak olarak yanıtladım ben.

Nasıl bir duygu insanın kendi ülkesinde istenmemesi?

Çok yıpratıcı. Almanya’da bunu yaşadım, Almanların yaşam tarzı sadece Merkel’in politikaları çerçevesinde değil, orada hümanist düşünen insanlar da var. Oradayken arkamda bıraktıklarımın acısını yaşıyordum. Alman arkadaşlarım bana Hitler döneminde neler yaşandığını anlatırlardı fakat bizim buradaki tecrübelerimiz de çok acıdır. “Niye Türkiye’de yaşamak zor oldu bizim için? Ben neden Türkiye’de doğdum?” diye isyan ettim, insan kendi kısmetine küsüyor. Evlendiğimiz zaman eşimle tek arzumuz çocuklarımızın özgür bir ülkede yaşamasıydı. Azınlık olma duygusunu yaşamasın, gayrimüslim olarak değil de, insan olarak değer göreceği bir ülkede yaşamasın istiyorduk. Nitekim öyle oldu, Almanya’da doğup büyüdüler. Onların bizim gibi acı hatıraları yok. Benim çocuklarım Almancayı da Rumcayı da çok iyi biliyorlar. Almanya’da hiçbir zaman onlara “Neden aksanlı konuşuyorsun?” diye soran kimse olmaz. Burada ise, “Bu ne biçim Türkçe konuşmak” diye dalga geçenler olurdu bizimle.

Ama artık Türkiye’de durumun değiştiğini de söylemek lazım. Bu ülkenin gençleri ile konuşuyorum “Siz nereden geldiniz?” diye soruyorlar. Bunlar samimi sorular. Benim gençliğimde böyle şeyler yoktu, bir Türk genci gelip de “Senin burada ne işin var?” diyebilirdi ama “Sen nereden geliyorsun?” demezdi, bilirdi çünkü Rumların buralı olduğunu ama bugünkü gençler bilmiyorlar. Türkiye’de politik fanatizm de çok çok gerilemiştir. Sağcı, aşırı dindar insanlarla bile oturup konuşabiliyoruz artık. Benim gençliğimde iki Rum’un adaya giderken vapurda Rumca konuşurken karşısındakinin kendisine baktığını hissettiğin an hemen susardın, “Allah bilir aklından ne geçiyor?” diye düşünürdü.

Değişimi neye bağlıyorsunuz?

 

‘Artık buradan gidiyoruz yoksa bunlar bizi kesecek’

Samatya, Fener’de olaylar oldu diye hikâyeler duyardık, daha sonra zaten 6-7 Eylül oldu. Fakat Kadıköy’de daha sakin geçti. Buna rağmen babamın terzi dükkânını talan ettiler. Her yaz anneannemle beraber İmroz’a giderdik. O zaman ada cennet gibiydi. O yazın sonunda 6 Eylül’ü 7’sine bağlayan gece vapurla İstanbul’a gelecektik ama o gün vapur gelmedi. Limanda sabaha kadar bekledik, ayın 8’inde gelebildik. 

İstanbul’a gelince babam, “Gel sana İstiklal Caddesi’nin durumunu göstereyim” dedi ve olaylar sonrası oradaki manzarayı birebir gördüm. O resim hâlâ gözümün önündedir. O an “Artık buradan gidiyoruz yoksa bunlar bizi kesecek” diye düşündüm. Ama babamın gitmek gibi bir düşüncesi olmadı “Yunanistan’a gitsem ne yapacağım ki?” derdi. Yunanistan’da kimsemiz yoktu, orası bizim için yabancı bir ülkeydi. Daha sonra halamlar Selanik’e göç ettiler ama çok pişman oldular, onun mektuplarını hatırlarım “Acaba geri dönsek nasıl olur?” diye sorardı hep. Ama asıl bizim için travma yaşatan olay 1964 yılında Yunanistan vatandaşı olan Rumların oturma ve çalışma izinin iptal edilerek gönderilmeleriydi. 12 bin kişi için tehcir kararı alındı fakat aileleri ile birlikte bu rakam neredeyse dört katına çıktı.

90’ların sonunda açık fikirli Türkiyeli aydınların yazdıklarıyla bir değişim oldu. Türkiye’deki bütün liberal düşünceleri sadece AKP’ye bağlayamayız. 2003 yılında İstanbul’a döndüm ve bugüne kadar ne yazılı ne de telefonla hiç hakaret almadım. Ergenekon ortaya çıkıncaya kadar buradaki hayatımız kısmen zordu. 2004 yılında televizyona çıkıp Patrikhane’nin ekümenik olduğunu ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması gerektiğini anlatmıştım. Programdan sonra arkadaşlarım arayarak “Sen deli misin, bunlar söylenir mi? Kendini Almanya’da mı sanıyorsun?” demişlerdi. Fakat peşime polis takılmadı, hiçbir şey olmadı. Bu konuşmayı 20 yıl evvel yapıyor olsaydım, ertesi gün karakolda ifade veriyor olurdum. Bugün “Tamamen özgürüz” diyemem ama düşündüğümüzü açıkça söyleyebiliyoruz. Kilisede, dışarıda her soruya cevap verebiliyorum. Geçenlerde Taraf gazetesinde okudum, İmrozlu biri “Ben Türk değilim, Yunan’ım” demiş. Önceden bunu söylemenin imkânı yoktu. Okuduğum bir makalede ise, Doğu Karadenizli bir genç babasına “Biz neyiz, neden evde Romeika (Rumca) konuşurken ‘Dışarıda sakın bu dili konuşma’ diyordun bana?” diye soruyor. Bunları önceden yazmak imkânsızdı. Türkiye’nin geleceğinden umutluyum diyebilirim ama nasıl bir gelecek bizi bekliyor bilemiyorum.

Bizim azınlık olma hissini yenmemiz lazım. Matematiksel olarak azınlık olarak kalacağız, Hıristiyan’ız ve azız. Fakat ben din temelinde konuşmuyorum; Budist, Hıristiyan, ateist vs. olarak da bu toplumun içinde özgürce yaşama hakkımız var. Öteki olarak hissetmeden ve ötekileştirmeye karşı çıkarak yaşayabilmeliyiz. Almanya’da bir sürü başka ülkeden gelmiş insan var fakat insanlar kendini baskı altında hissetmezler. Almanya’da bizim yaşadığımız bölgede Hıristiyan kalmamıştı, oradaki Müslüman ahali “Hıristiyan yok burada. Kilise çanının hâlâ çalmasına bir anlam veremiyoruz. Susturun. Bizi eziyorsunuz, bunu dinlemek istemiyoruz” diyebiliyorlardı. İnsanlar bu düşüncelerini söyleyebiliyorlardı. Türkiye’de 60’lı yıllarda bir Hıristiyanların yoğun yaşadığı bir bölgede, örneğin Kurtuluş’ta biri çıkıp da “Ezan okunmasını istemiyoruz” diyemezdi. Türkiye’de demokrasi canlanıyor fakat alınması gereken çok yol var.

Azınlıkların kültürlerini devam ettirme konusunda yaşadıkları sıkıntılar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Geçenlerde bir rahip arkadaşımla konuşurken Ermenice vaaz verememekten yakınmıştı. Ermeniler de çok çile çekmiş bir halk. Bu yüzden birçok Ermeni’de, Anadolu’dakilerde olduğu gibi kendini saklama, daha iyi Türkçe konuşma arzusu vardı önceden. Bu bir etken olabilir bugün Ermenicenin çok iyi bilinmemesinde. Rumların ise, hem Cumhuriyet öncesi hem de sonrası şöyle bir şansı vardı: İstanbul’da liseyi bitirdikten sonra Yunan edebiyatı okumak isteyen Yunanistan’a gider okurdu. Peki, Ermeniler nereye gidecekti? Onların böyle bir şansları yoktu. Türkiye’de Ermeni dili, edebiyatı okutulan bir üniversite yoktu, ayrıca Ermenistan bir Sovyet ülkesi olduğu için kimsenin gitme şansı da yoktu. Batı’da var desek de, Fransa’ya gitsen Fransızlaşırsın, ABD’ye gitsen Amerikalılaşırsın.

Rahip arkadaşım “Kitab-ı Mukaddes’i Ermenice okuyoruz, ayin Ermenice oluyor fakat vaaza gelince anlamayacaklarından korktuğumuz için Türkçe konuşuyoruz” dedi. Fakat bizde öyle bir sorun yok ben vaazda da basit bir Rumca kullanıyorum. 3 bin kişi olmamıza rağmen hâlâ lisanımıza vakıfız. Fakat genç nesilde durum eskisi kadar iyi değil. Konu günlük konuşmanın ötesine kaydığı zaman 20’li yaşlarındaki bir Rum genci Türkçe konuşmaya başlıyor. Önceden bu durum tam tersiydi; entelektüel tartışmalar da Rumca yapılırdı.

Kategoriler

Güncel Azınlıklar