Farklı kimliklerin, özellikle de Hıristiyanların ve Yahudilerin, bütün toplumla bir arada, eşit, özgür, haklarının sahibi olarak, huzurlu biçimde yaşatılması söz konusu olduğunda cumhuriyet kendi hakkındaki iddiasının tersine, temiz bir sayfa açmadı. Tam tersine, resmî tarih versiyonu üzerinden şeytanlaştırdığı bu insanların takip eden kuşaklarından da intikam almayı sürdürdü.
Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yaşını doldurdu. Tarih içinde kısa, kendi içinde uzun bir süre. Çok şey söylenebilir. Herhâlde hemen herkesin üzerinde hemfikir olacağı, cumhuriyetin kurucularının bu cumhuriyeti, eğitimden dile, kıyafetten, müzikten sosyal hayata kadar birçok alanda Osmanlı İmparatorluğu’nun antitezi olma iddiasıyla kurduğudur. Yani Osmanlı neyse onun tersi olmak üzerine. Cumhuriyetin eğitimden iktisada, ulaşımdan teknolojiye, kadın politikalarından yoksulluk politikalarına, tüm alanlarda yüz yıllık bilançosunu çıkarmak, vaatlerinde ne kadar başarılı olduğunu tartışmak, bir köşe yazısının boyutlarını aşar tabiatıyla. Yüzüncü yıl vesilesiyle çıkan, çıkacak kitaplara başvurmak gerekir.
Gelgelelim, farklı kimliklerin, özellikle de Hıristiyanların ve Yahudilerin, bütün toplumla bir arada, eşit, özgür, haklarının sahibi olarak, huzurlu biçimde yaşatılması söz konusu olduğunda cumhuriyet kendi hakkındaki iddiasının tersine, temiz bir sayfa açmadı. Tam tersine, resmî tarih versiyonu üzerinden şeytanlaştırdığı bu insanların takip eden kuşaklarından da intikam almayı sürdürdü. Bu grupların, cumhuriyetin ilanından onlarca yıl sonra doğan kuşakları bile ‘hain’ damgasıyla doğdular ve bunun bedelini ödemeye devam ettiler. Lozan’la birlikte ‘resmî azınlık’ olarak tanımlanan bu gruplar ‘daimî iç düşmanlar’ olarak görüldü ve dolayısıyla ne zaman bunların hakları söz konusu olsa, seçilmişiyle atanmışıyla devlet yetkilileri bu hakların tanınmasına düşmanla yapılan müzakere, dolayısıyla birinin kazancının ötekinin kaybı olduğu bir ilişki olarak baktılar.
Başka bir deyişle, bu grupların teslim edilecek ve hayata geçirilecek her hakkını devletin bir kaybı veya tavizi olarak gördüler. Ahmet Necdet Sezer’in, Vakıflar Kanunu’nun ‘cemaat vakıfları’yla ilgili kısmına 2006’da yazdığı gerekçedeki ifadeleri bu dediğim anlayışın çok iyi bir örneği olarak verilebilir. Şöyle diyor Sezer: “… eskiden kurulmuş olan cemaat vakıflarına, bu niteliklerini değiştirmemelerine karşın, ekonomik ve siyasal güç elde edecekleri biçimde yeni haklar ve ayrıcalıklar tanınmasını ve bunların mülhak vakıf statüsünden çıkarılarak yeni bir vakıf türü biçiminde yaşayan hukuksal varlıklar olarak sosyal yaşama katılmalarını sağlayacak düzenlemeleri, Lozan Antlaşması’yla, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerinin ortaya konulduğu anayasal ilkelerle, mevcut hukuk sistemiyle, Anayasa’nın ayrıcalıkları yasaklayan 10. maddesiyle ve ayrıca ulusal çıkarlarla ve kamu yararıyla bağdaştırmak olanaklı değildir.” (Vurgular bana ait. Bilmeyenler için: Buradaki ‘cemaat’ lafının ilk anda akla gelen İslami tarikatlarla ilgisi yok. Mevzuatta, yanlış biçimde, azınlıkların vakıflarına cemaat vakfı deniyor.)
Sezer, açıkça azınlık vakıflarının –ki bunlar okul, kilise, hastane, yetimhane demek– ekonomik ve siyasal güç elde etmesinin “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkeleriyle” ve “kamu yararıyla” (siz onu ‘devletin çıkarı’ diye okuyun) bağdaşmayacağını söylüyor. Halkın belli bazı din ve etnisitelere mensup kesimlerine ait kurumların ekonomik ve siyasi güç elde etmesi neden otomatikman ve kategorik olarak kamu yararıyla çelişiyor? Bunu söyleyebilmek ancak o grupları kategorik olarak düşman olarak görmekle mümkün. Ne acıdır ki bu anlayış adı cumhuriyet olan bir rejim tarafından eğitim yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılmış, çocukluğundan itibaren o eğitimden geçen Ahmet Necdet Sezer de cumhurbaşkanı olunca bu gerekçeyi yazmıştır.
Anlayış bu olunca, yüz yıl boyunca devlet, bu insanların haklarının tesliminden, yapılan ihlallerin telafisinden mümkün olduğunca kaçtı. Bazı hakları teslim ettiğinde veya yapılan ihlalleri telafi yönünde adım attığında da bunu azınlıklara yapılmış bir lütuf, bir ‘bahşetme’ olarak gördü ve azınlıklardan da hakların teslimi ve telafisi için bu lütfun uygun gördüğünden daha fazla bir talepte bulunmamasını bekledi. Hakkın ve telafinin tam olmasını isteyen azınlık üyelerini açgözlü nankörler olarak etiketledi.
Cumhuriyet bazı kesimlerin ve kimliklerin durumunu iyileştirmiş, onlara –genel olarak– daha iyi bir hayat vermiş olabilir. Onların cumhuriyeti coşkuyla kutlaması belli bir açıdan anlaşılabilir. Ama bu ne yazık ki her kesim açısından geçerli bir durum değildir. Zaten, aslına bakacak olursanız kutlanan şey, herkes için cumhuriyetten ziyade Türklerin ulus devletidir. 100. yıl kutlamalarına bakınca, bundan sonrası için vadedilenin de, daha fazla hak ve özgürlük, eşitlik ve demokrasi değil, daha fazla silah, daha fazla inşaat ve daha fazla hamaset olduğu anlaşılıyor.