Çıplak Ayaklar Kumpanyası tarafından ilk kez 2015’te sahneye konan, dansçı ve koreograf Mihran Tomasyan ile müzisyen Saro Usta imzalı ‘SAR’, geçen haftalarda özel bir gösterim yaptı. Performansın kendisinin ve sonrasında yapılan soru-cevap kısmında konuşulanların Türkiyeli Ermeni olma deneyimi üzerine çok şey anlattığını düşünüyor, yürüttüğümüz tartışmayı Agos okurlarıyla paylaşıyoruz.
SA: SAR’ı ilk defa 2015’te seyretmiş, çocukluğumdan beri tanıdığım Mihran ve Saro’nun deneyimlerini dile getirecek yaratıcı bir yol bulmalarından, hem de bunu birlikte yapmalarından çok etkilenmiştim. Mihran ve Saro bu performansı sahnelemeden önceki birkaç ay boyunca, çocukluklarından büyüdükleri mahalleye, siyasetten tarihe birçok konu üzerine konuştukları buluşmalar gerçekleştiriyorlar. Ve sonunda bir dağ hikâyesi çıkıyor ortaya. Kimi zaman dağla beraber heybetli bir görünüme kavuşan, kimi zaman dağın ağırlığı altında ezilen, kimi zaman dağı paramparça eden, kimi zaman da o parçalardan kendine başka bir dünya kurmaya çalışan Mihran’ı seyrediyoruz sahnede. Ararat’ın gölgesinin düşmediği evlerden gelmediğimiz için, mevzubahis dağın hangi dağ olabileceğini ve seyrettiğimiz dansçının kendini ne tür bir mücadele içinde bulduğunu tahmin etmek, sanıyorum hiçbirimiz için çok zor değildi.
TG: Toprağın ve yerin temsili olarak seçilen ve bütün sahneyi kaplayan kâğıt parçası, dansın hikâyesinin temelini oluşturuyordu. Hikâyenin başında dansçının bedeni kâğıdın altında görünmüyordu. Bedenin hareketiyle kâğıt geri dönüşü olmayan müdahaleler aldı, şekillendi, dalgalandı ve hikâyenin doruk noktasında Ararat’ın heybetli görüngüsüne dönüştü. Sonrasında, kâğıdın kırışıp yırtılmasına ve bedenin yerden ayrılışına şahit olduk. Bedenin yerle kurduğu ilişki, beden saçılmış parçaların peşinden koşarken ve sonrasında bu parçaları plastik bir poşetin içine toplarken mücadeleci bir forma büründü. Artık beden topraktan/kâğıttan mutlak şekilde ayrılmıştı. O siyah poşet içindeki tüm kâğıt parçalarıyla âdeta bugün bilmediğimiz bir zamanın mekânına ait fragmanları barındırıyordu. Sonrasında torbayı yırtmaya çalışan beden, torbadan çıkardığı bir parçayla heyecanlandı. Toprakla kurduğu ilişkinin artık tersine çevrilemeyeceğini bilse de, torbadan çıkan o ufak parçanın umuduyla bir zamanlar yükselen dağın var olduğu noktanın etrafında halaya durdu. Dansçının bu heyecanı benim için bugün biz Ermenilerin kendi topraklarından ayrılmadan önceki yaşam formuna dair büyük çabalar sonucu edindiğimiz en ufak bir bilgi kırıntısına duyduğumuz heyecanın bir yansımasıydı. Bence bu performans bugün toprakla kurduğumuz ilişkinin, bu ilişkinin yerinden edilmesinden doğan yabancılaşmanın ve tarihin bizi kendine çeken ağır gölgesiyle verdiğimiz mücadelenin başarılı bir temsilini sundu.
SA: Performansı nasıl okuduğumuz konusunda ayrıldığımız noktalar olsa da üçümüzün bir temelde buluşabileceğini zannediyorum. Ancak soru-cevap kısmında salondan hiç tahmin etmeyeceğim yorumlar geldi. Kimi bir ekoloji hikâyesi olarak okumuştu, kimi kişisel travmalarının yankısını bulmuştu. Ararat’ın akıllarına bile gelmemesi içimde bir yerlere dokunsa da görememelerinin sebeplerini anlamak zor değil. Ancak Saro’nun yokluğunun performans üzerindeki etkisinin tartışıldığı noktada, bakış açılarımız arasındaki farkın kimi zaman radikal bir uyuşmazlığa mahkûm olduğunu düşündüm. Zira bu yokluğun sebebi aslında Saro’nun da birçok Ermeni gibi Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmasıyken, birkaç izleyici estetik bakımdan müziğin eksikliğini çekmediklerini, performansın sessizlikte gösterilmesinden hoşnut olduklarını söylüyorlardı. Bizim içinse Saro’nun yokluğu ancak seyrettiğimiz hikâyedeki kayıp hissinin bir devamlılığı niteliğinde olabilirdi.
AK: Sessiz stüdyoda, Mihran'ın sol taraftaki pencereye sabitlenmiş bakışları, pencereden aralıklı olarak sızıp kaybolan ışık ve kâğıtları tüm bedeniyle sarıp sarmalayarak verdiği mücadele, beni bir dağa tırmanmaya benzer kendi yolculuğuma götürdü. Günlük zorlukların üstesinden gelmek için çabalarken, kendimi Nuh’un Gemisi’nden bir kalıntı bulmak için Ağrı Dağı’na tırmanan Aziz Yakup gibi hissettiğim ve zaman zaman en başa dönmüş bulduğum anlar oluyor. Efsaneye göre Aziz Yakup gün boyunca belli bir yüksekliği aşmış olsa da her sabah uyandığında kendini Ağrı Dağı’nın eteklerinde, başladığı noktada bulurmuş. Bu gerçeği göz ardı eden ve sarsılmaz kararlılığıyla dağı fethetmekte ısrar eden aziz, tırmanışını ebedi bir acı döngüsü olarak sürdürür. Bu döngü ancak bir sabah bir meleğin gemiden bir parçayı yanına koymasıyla kırılır ve görevi böylece tamamlanır. Bu paralellikleri düşündükçe, tarih tekerrür ederken ve en sonuncusu Artsakh halkını hedef alan etnik temizlik olmak üzere şiddet süregelirken, kimliğimiz nedeniyle ebedî acılara katlanan bizlerin bu sonsuz acı döngüsünü kırıp kıramayacağımızı soruyorum.