Başka bir husus, kolektif cezanın kabul edilemezliği. Bir cürüm, bir katliam işlendiğinde o suç için sadece failleri cezalandırılabilir; bütün bir topluluğu veya halkı sorumlu tutup cezalandıramazsınız. Son yaşananlarda örneğin, Hamas’ın sergilediği vahşet için bütün Filistinlileri cezalandırmazsınız.
Son zamanlarda Karabağ ve İsrail-Filistin meselelerinde yaşananlar, etno-dinsel çatışmaların ne kadar kıyıcı, zalimane ve yıkıcı olabileceğini maalesef bir kez daha gösterdi. Yaşananlar ve yaşananlara verilen tepkiler, bu gibi sorunlar karşısında ve bu sorunların çözümü için takip etmemiz gereken bazı düsturları hatırlamamıza, kayda geçirmemize vesile olmalı. Bütün bu vahşet, insanın insan zulmü bitmeli, hayat böyle yaşanmamalı ve bu söylediklerim naif bir romantizm gibi algılanmamalı, öyle muamele görmemeli, çünkü bunların olması gerektiğine ve olabileceğine inanmak ve bunu ifade etmek, bunların gerçek olmasının birinci şartıdır. Değişmeyeceğine inanırsanız değiştiremezsiniz.
Belki ilk önce söylenmesi gereken şu ki, etno-dinsel çatışmalara müzakere yoluyla kalıcı çözümler bulunmadığı sürece silahlı yöntemler ve gruplar inisiyatifi ele alıyor, meseleyi domine ediyor. İşte Karabağ meselesi öyle, 80 yıldır süregelen İsrail-Filistin meselesi öyle. Silahlar bir kere konuşmaya başladığında, karşılıklı olarak yanlış yanlış üstüne biniyor, bir tarafın sergilediği vahşet diğerinin vahşetini çağırıyor, iş içinden çıkılmaz bir hâl alıyor, masum bir taraf kalmıyor. Müzakere yoluyla kalıcı çözüm devamlı olarak peşinden gidilen bir hedef olmalı. Onlarca yıla, kuşaklara yayılmış bir sorunda karşılıklı çatışmaların sönümlenir gibi olduğu anlarda rehavete kapılmamalı, o çatışmanın şiddet üretme potansiyeli akılda tutularak çözüm gayretlerine tam da durulma anlarında hız vermeli, çünkü var olan yanlış hâl devam ettiği, sorun çözülmeden kaldığı sürece şiddet her an tekrar yükselebiliyor. Açık yara iltihap üretmeye devam ediyor.
Etno-dinsel çatışmaların çözülmesi yolunda bir başka gereklilik de –ki buna psikolojik bir ön şart diyebiliriz kanımca– “Benim milletim/dindaşım şunu yapmaz, bunu yapmaz”, “Benim milletim katliam yapmaz” vs. dememek. Herkes için geçerli bu. Her milletin içinde en adi suçları işlemiş ve işleyebilecek binlerce kişi var. Tüm bireyleri kötülükten azade tek bir topluluk bile yok. Bu basit gerçeği unutmamak ve ‘bizimkiler’e insan üstü bir iyilik durumu atfetmemek, tarafların katılığını, tavizsizliğini kırabilir. Aksi takdirde, “Biz ne yaptıksa doğru yaptık, onlar ne yaptıysa yanlıştı” anlayışı uzlaşmayı engeller. Buna, tamamlayıcı bir unsur olarak şunu ilave etmek gerek: Size veya atalarınıza haksızlık veya kötülük yapılmış olması size sonsuz bir hareket alanı, her şeyi ama her şeyi yapma hakkı vermez.
Başka bir deyişle, yakın veya uzak geçmişte bir kötülüğe, bir haksızlığa maruz kalmış olmanız, size onun bir benzerini yapma hakkını vermez. Örneğin, bir katliam diğerini meşrulaştırmaz. Bu tür çatışmalarda karşılıklı katliamlar, cürümler birbiri ardına masaya sürülen kartlar hâline geliyor ve aslında bir noktadan sonra anlamsızlaşıyor. “İlk önce kim öldürdü?” sorusu etrafında, içinden çıkılamayan bir tartışma başlıyor. Kimi üç sene evvelsinden bir örnek veriyor, kimisi elli sene evvelsinden, nasılsa tarih denen zaman dilimi içinde X’in Y’yi katlettiği vakalar bulunduğu gibi Y’nin X’i katlettiği vakalar da bulunabiliyor. Dolayısıyla, etno-dinsel çatışmaların çözümünü zorlaştıran bir ‘ilk günah’ arayışından vazgeçmek gerekiyor. (Başlı başına ele alınması gereken bir konu ama şunu söyleyeyim; ‘ilk günah’ arayışı çoğu zaman faydasızdır ama bir ‘ölümcül günah’ vardır: soykırım. Etno-dinsel çatışma ve soykırım birbirinden farklı olgulardır. Bir durum etno-dinsel çatışma boyutunu aşıp soykırım veya etnik temizlik boyutuna varmışsa, orada farklı değerlendirmeler yapmak gerekir.)
Burada, bu tür çatışmaların çözümünde tarihin rolü konusuna da değinmekte fayda var. Tarih hakkında daha ziyade tarih zanaatıyla pek haşır neşir olmamışların tekrarladığı beylik bir laf vardır: “Tarih bugünümüze ve yarınımıza ışık tutar.” Maalesef her zaman öyle olmuyor, çoğu zaman da tarihin gölgesi bugünümüzün üzerine düşüp onu karartıyor. Tarih, etno-dinsel çatışmaların çözümünde bir kolaylaştırıcı değil, bir ayak bağı hâline geliyor, çünkü tarih dediğimiz koskocaman bir gayya kuyusu, isteyen herkes kendi savlarını destekleyecek bir şeyler bulabilir orada. Velhasıl, etno-dinsel çatışmaların çözümü tartışılırken tarihi baş köşeye oturtmamak, onun yerine bu sorunların çözümünde günümüzde insan haklarının ve özgürlüklerinin, hukukun, azınlık haklarının ulaştığı standartlar takip etmek gerek.
Başka bir husus, kolektif cezanın kabul edilemezliği. Bir cürüm, bir katliam işlendiğinde o suç için sadece failleri cezalandırılabilir; bütün bir topluluğu veya halkı sorumlu tutup cezalandıramazsınız. Son yaşananlarda örneğin, Hamas’ın sergilediği vahşet için bütün Filistinlileri cezalandırmazsınız. Örnekler, başka güncel ve tarihsel vakalar bağlamında kolayca artırılabilir.
Bu yazıda söylediklerim, aslında bariz ve bilinen ilkeler ama şiddet ve vahşet önü aldığı zaman kolayca unutulabiliyor. Unutulmamalı, hatırlatılmalı.