Vakıfların ve ona bağlı olarak da toplumumuzun daha iyi bir duruma gelebilmesi, daha kaliteli eğitim, sağlık ve sosyal hizmetler alabilmesi için vakıflar arası koordinasyon hayati bir meseledir, ondan da öte şarttır.
Uzun yıllardır Türkiye Ermeni toplumunun vakıflarının koordinasyon içinde çalışması gerektiğinden bahsediyoruz. Gerçekten de vakıfların ve ona bağlı olarak da toplumumuzun daha iyi bir duruma gelebilmesi, daha kaliteli eğitim, sağlık ve sosyal hizmetler alabilmesi için vakıflar arası koordinasyon hayati bir meseledir, ondan da öte şarttır. Ayrıca, vakıflar arasındaki gelir gider ve mülk dengesizliği, bundan dolayı bazı okullarımızın sürekli bütçe açığı vermesi, vakıfların düzenli ve bağımsız mali denetim ihtiyacı, kaynakların kullanımının da koordinasyon hâlinde yürütülmesini gerekli kılıyor.
Yasal olarak baktığımızda, her bir vakıf ayrı bir tüzel kişiliktir ve her vakfın yönetim kurulu kararlarında bağımsızdır. Fakat, vakıf yönetimlerinin toplumun geri kalanıyla istişare etmeden attıkları adımların, okulların bütçe açığının kapanmasının sadece bazı vakıf yönetimlerinin, hatta sadece başkanlarının inisiyatifinde olmasının yarattığı sorunlara senelerden beri tanıklık ediyoruz. Bu durum artık toplumumuzun geleceğini tehdit eder hâle geldi. Dolayısıyla, bu koordinasyon işini hayata geçirmemiz gerekiyor. Koordinasyonu sağlamanın farklı yolları olabilir, tartışılabilir. Buradaki kritik mesele, mecburiyet ile gönüllülük arasında optimum noktayı bulabilmekte. Yani, koordinasyona katılımı ve çıkan kararlara uymayı mecbur tutmak ile tamamen tekil vakıf yönetimlerinin kararına bırakmak arasında bir yerlerde uygulanabilir bir model oluşturmak gerekiyor.
Vakıfları üst bir yapının kararlarına uymaya mecbur etmenin önünde iki engel var. Birincisi, böyle bir mecburiyet, tabiatıyla, ancak kanun zoruyla olur ve gene tabiatıyla, kanunu devletin organları yapar. Dolayısıyla, bunun olabilmesi devletin bununla hemfikir olmasına bağlıdır. Yani, ona bağımlısınız. Gelgelelim, hâlihazırda buna olanak verecek bir yasal hüküm olmadığı gibi devlet yetkililerinin böyle bir şeye niyetlerinin olduğunu gösteren bir emare de yok. İkinci ve bana kalırsa ilkinden daha önemli bir engel, işin iç mantığıyla ilgili. Şöyle ki, malum olduğu üzere vakıf yönetimleri seçimle iş başına gelirler, dolayısıyla verdikleri kararlarda seçmenlerine karşı sorumludurlar. Karar alma yetkisini başka bir yapıya devrederlerse seçimle iş başına gelmelerinin bir manası kalmaz, çünkü nihayetinde hayata geçirdikleri icraatın hesabını seçmene verecek ve bir sonraki seçimde belki tekrar oy isteyecek olan onlardır. Üst bir yapının alacağı ve belki de kendilerinin katılmadığı kararı seçmenleri karşısında savunmak veya o kararın hesabını vermek gibi ters bir durumla karşı karşıya kalabilirler. Başka bir deyişle, her bir vakfın yönetim kurulu iradesini başka bir yapıya devrederse, yetkisiz sorumlu durumuna düşebilir. Bu durumu anlatmak için bir deyim var: Davul birinin sırtında, tokmak başkasının elinde.
Bu ikilemi aşmanın yolları bulunabilir. Muhtemel çözümlerden birinden bahsetmeden önce hatırlatmak istediğim bir husus daha var. Denebilir ki, geçmişte ve hâlihazırda vakıflar arası koordinasyonu sağlamak için zaten birtakım yapılar oluşturuldu, VADİP ve ERVAB gibi. Fakat bu yapıların istenen sonucu vermediği de ortada. Şüphesiz, bu başarısızlığın birden fazla sebebi var. Bu sebeplerden biri, bu yapıların gerçek bir koordinasyon ve istişare aracı olmak yerine bir kişinin dominasyonu ve yönlendirmesi altında olması. Ayrıca, mezkûr yapıların resmî birer tüzel kişiliği, dolayısıyla resmî bir mevcudiyeti de yok. Tamamen gayriresmî olarak çalışıyorlar. Bunun bir devamı olarak, bu yapılarda kararlar nasıl, neye göre alınır; çalışma usul ve esasları nelerdir; kimlere, hangi görevler, neye göre verilir; kişiler görevlere nasıl seçilir; işbölümü nasıl yapılır vs. açık yazılı kurallara bağlanmış değil. Böyle olunca da, bir yetki ve görev belirsizliği ortaya çıkıyor. Tersinden söyleyecek olursak, koordinasyon amacıyla kurulacak bir yapının önce resmî ve yasal mevzuat içinde bir kimliği olmalı ve yukarıda saydığımız hususlar yazılı bir kurallar bütününe bağlanmalı, kimin neye göre çalıştığını herkes bilmeli.
Peki, hem mecburiyet ile gönüllülük arasında bir ara nokta olacak, hem de resmî bir kimlikle yazılı kurallar içinde çalışacak böyle bir koordinasyon modeli oluşturulabilir mi? Geçen hafta sözünü ettiğim, Hrant Dink Vakfı çatısı altında kaleme aldığım ‘Dar Gömlek: Türkiye’deki Ermeni Kurumlarının Sorunları ve Çözüm Önerileri’ başlıklı raporda bunun için önerilen bir model var. Onu yeterince ayrıntılı anlatabilmek için haftaya bırakalım.