MERİ TEK DEMİR

Meri Tek Demir

Yazan kadınlar ve yaz(ama)dıkları: ‘Servi Nine ve Üç Güzeller’

Romanın odağında yer alan; hayatı taşranın kısıtlı dünyasını aşıp büyük şehrin karmaşası içinde şekillenen ve tüm bu olayların içinde yaratıcılığını ve kalemini bir servi ağacını kurtarmak için siper hâline getiren bir kadın karakter olarak Suna, yok oluşa karşı direnişi temsil ediyor. ‘Servi Nine ve Üç Güzeller’in Ermeni bir kadının kaleminden çıkmış olması, okurda, romanda Ermeni kültürü hakkında bir şeyler görme beklentisi uyandırabilir. Doğrusu, aynı topluma mensup olduğumuz için bu merak ve beklenti bende de oluşmuştu...

“Kendine ait bir oda” der Virginia Woolf; bir kadının yazabilmesi için biraz paraya ve kendine ait bir odaya ihtiyacı olduğunu söyler. 2023 Duygu Asena Roman Ödülü’nün sahibi Arlin Çiçekçi’nin ‘Servi Nine ve Üç Güzeller’ başlıklı romanının baş karakteri, naifliği ve iyilik severliğiyle dikkat çeken Suna, Woolf’un 1920’lerde söylediği ve bugün de ekonomik özgürlük ve kişisel alan açısından önem taşıyan bu iki şeye sahip olsa da, bir yazı masası ve geniş bir kitaplıktan yoksundur. Ancak, kocasıyla yollarını ayırdığı için tek başına yaşadığı dairenin karşısındaki servi ağacı, küçüklüğünde öğrendiği masallar, hikâyesi ilerledikçe hayatına giren ve kendi yarattığı karakterler, Suna’ya, ufak bir not defteri ve kalemle yazı yazması için gereken ilhamı fazlasıyla verir.

Çiçekçi’nin romanından, iç içe geçmiş ve tarihin farkı dönemleri arasında uzanan birden fazla hikâye mevcut. Bu açıdan tarihsel üstkurmaca ögeleri de barındıran hikâyede yaşlı bir evliyanın anlatıcı olarak sık sık okuyucuya hitap etmesi, akla Roland Barthes’ın ünlü denemesi ‘Yazarın Ölümü’nü getiriyor. Ancak bunların hepsini bir yana bırakıp, bu yazıda odaklanmak istediğim konu, sevgili Aylin Vartanyan’ın Parrhesiapar köşesi için kaleme aldığı son yazısında Karakaşlı ve Ernaux üzerinden, incelikle kelimelere döktüğü ‘yazan kadın olma’ deneyimini, Çiçekçi’nin bize Suna gibi naif bir karakter aracılığıyla sunması ve bunu yaparken kullandığı dil.

Suna’nın annesini doğduğu anda kaybetmiş ve babası tarafından büyütülmüş, halasıyla oyunlar oynarken masallar kurmayı öğrenmiş bir kız çocuğu olduğunu, Erzincan’ın Kuruçay köyünden İstanbul’a, çok sevdiği Fırat’la evlenip geldiğini ve Fırat’ın ona yaptığı türlü haksızlıklar ve en son ihaneti nedeniyle ondan ayrıldığını, köyüne dönmek yerine İstanbul’da kendi başına ayakta durmaya çalıştığını ve bir acentede bilet kesmekle görevli olduğunu, romanın başlangıcından itibaren, adım adım öğreniriz. Suna’nın ‘yazarlık serüveni’ olarak adlandırdığım hikâyesi ise bir servi ağacını kurtarma isteğiyle ortaya çıkar. Bir gün evinin karşısında bulunan küçük parka gider ve oradaki simitçiyle sohbetinde, parkta bir yatır olduğu rivayetini öğrenir. Bunun yanı sıra, evinin penceresinden, ona huzur veren servi ağacının yapılaşma sebebiyle kesilme tehlikesiyle karşı karşıya kalışına tanıklık eder.

Parkta tesadüfen tanıştığı ve arkadaş olduğu Dina ve daha sonra onun aracılığıyla hayatına girecek olan Ararat, Suna’nın serüveninin dönüm noktaları hâline gelirler; Suna, not defterine hikâyeler yazmaya başlar ve bunları İstanbul’un türlü yerlerine kulaktan kulağa ulaştırmak için kolları sıvar. Eski bir yatır rivayeti, servi ağacını kurtarmak için Suna’nın yaratıcılığı ve temiz ruhuyla buluşur. Tabii burada, bazen çokbilmişliği, bazen bilgeliğiyle Suna’nın bir nevi ilham perisi olan anlatıcının rolü büyüktür.

Küçük küçük, başka hikâyeler de barındıran romanın odağında yer alan; hayatı taşranın kısıtlı dünyasını aşıp büyük şehrin karmaşası içinde şekillenen ve tüm bu olayların içinde yaratıcılığını ve kalemini bir servi ağacını kurtarmak için siper hâline getiren bir kadın karakter olarak Suna, yok oluşa karşı direnişi temsil ediyor. Suna’nın hikâyesini, kadınların yüzyıllardır verdiği varoluş mücadelesinin özgün bir örneği olarak kabul edebiliriz.

‘Servi Nine ve Üç Güzeller’in Ermeni bir kadının kaleminden çıkmış olması, okurda, romanda Ermeni kültürü hakkında bir şeyler görme beklentisi uyandırabilir. Doğrusu, aynı topluma mensup olduğumuz için bu merak ve beklenti bende de oluşmuştu ama romanı okumaya başlayınca fark ettim ki bu eserin yazım dili bana çok yabancıydı. Çiçekçi, hikâyesinde Ermeni kültürüne yalnızca ufak göndermelerde bulunuyordu. Örneğin, Suna Dina’dan duyduğu ‘tırçun’ kelimesini Ermenice bilmemesine rağmen tanıyordu, çünkü babası ona, çocukluğunda, köylerinde yaşayan Ermenilerden öğrendiği bu kelimeyle hitap ediyordu. Dina ve kuzeni Ararat, Suna’nın ikram ettiği keteleri yayalarının ketesine benzetebiliyordu.

Ne var ki bu göndermeler içerden yansımalar değil de dışarıdan gözlemler gibiydi. Beklentim salt Ermeniliğe dair bir hikâye olmamakla birlikte, yazarın kullandığı dilde Ermeni bir kadın olarak varoluş ve yazma deneyimini yakalayabilmekti, çünkü geçmişe ait deneyimler kadar bugünün de deneyimlerine de ihtiyacımız olduğu ve kendi hikâyelerimizi kendimizin aktarabilmesinin önemli olduğu kanaatindeyim. Bu fikri irdeledikçe romanın postkolonyal bir okuma gerektirdiğine kani oluyorum. Çiçekçi böyle bir görüşü açıkça yansıtmasa da, kendi okuma deneyimin, bana bu hikâyede 20. yüzyıl Ermeni toplumunun yaşadığı göç gerçekliğinin içinde tutunmaya çalışan kadınları hatırlamamanın mümkün olmadığını düşündürüyor.

Krikor Beledian 2005 yılında yaptığı bir konuşmada, ‘Ermeni romanı’nın ilerlemekte güçlük çekmesinin başlıca sebeplerinden biri olarak, edebiyatın diaspora Ermeni toplumlarındaki süregelen sorunların dışavurumu olması itibariyle sonraki jenerasyonlara taşınacak olan estetik ve edebî özelliklerini yitirişine işaret ediyor. Arlin Çiçekçi, romanını Beledian’ın bahsettiği türden bir dışavuruma dönüştürmeden, kendi kültürünün yansımalarını bize sadece satır aralarında hatırlatıyor.