Milliyetçiliğin ‘sokaktaki adam’ı cezbetmesinin önde gelen nedenlerinden biri de basitliği, kolaylığı. Bu basitlik hem genel anlamda hayatı kavramada, hem sorunlara çözüm önermede geçerli. Milliyetçiliğin dünya görüşünde hayat, ‘biz’in külliyen iyi, ‘öteki’nin külliyen kötü olduğu bir ikilikten ibaret.
Milliyetçilik, modern bir ideoloji ama artık yeni veya bilinmedik değil. Takriben 250 yıldır hatta daha uzun süredir bizimle olan, ulus-devlet kavramı ve pratiğiyle zirvesini bulmuş bir ideoloji. Bu süre zarfında iniş-çıkışları olmakla birlikte genellikle etkili olmuş, bir ülkede veya küresel düzeyde ne zaman yükselse, belki aşağıda değineceğim kısıtlı ilk zamanları hariç, sonunda hep bela getirmiş bir zihniyet ve maalesef hem Türkiye’de, hem küresel ölçekte yeniden yükselişte. Peki, hem son yükselişin, hem de milliyetçiliğin yüzlerce yıldır kitleler nezdinde revaçta olmasının nedenleri hakkında ne söylenebilir?
Milliyetçiliğin kök saldığı ve konsolide olduğu zaman olan 18. Yüzyıl sonları ve 19. yüzyıla bu soru açısından baktığımızda milliyetçiliğin monarşi ve/veya oligarşi ve imparatorluklara karşı bir özgürlük hareketi olarak konumlandırılmasının, kitleselleşmesinde önemli bir payı olduğunu söylemek gerekir. Başka bir deyişle, entelektüel sınıf monarşilerin ve/veya oligarşilerin karşısına milleti koydu, devletin sınırlı bir grup tarafından değil millet adına, millet tarafından yönetilmesi gerektiği savını ileri sürdü ve fazı her yerde aynı olmamakla birlikte bu fikri kabul ettirdi. Gel gelelim, monarşilerin yıkıldığı veya ‘millet’in imparatorluk ‘boyunduruğu’ndan kurtulduğu anda milliyetçilik de ‘özgürleştirme’ vaatlerini ülke dışına yöneltmeye başladı. Ulus-devletini kuran millet, milletin dağılmış ama ‘kendinden’ gördüğü parçalarını bir araya getirmek maksadıyla gözünü dışarılara dikti. Başka bir deyişle, ‘milletin dışarıda kalan parçaları’ yayılmacılığın bahanesi yapılıyor, savaşların yolunu yapıyordu. Velhasıl, milliyetçiliğin bebeklik zamanlarında kökleşebilmesi ve kitleselleşebilmesinin arkasında, önce monarşi/oligarşilere karşı özgürlük mücadelesinin, sonra da diğer ülkelere karşı yapılan savaşların ideolojik zemini ve taşıyıcısı olmasının rolü büyük oldu.
Fakat, milliyetçiliğin kitleselleşmesinin tek nedeni, bebeklik zamanındaki bu konjonktür değildi elbet. Milliyetçiliğin tepkiselliği de popülerleşmesinde etkili oldu. Şöyle ki, milliyetçilik daha ziyade toplumun karşı karşıya kaldığı sorunlar arttığında, çözülemeyen bu sorunlara duyulan tepkinin akacağı kolay bir kanal olarak yükselişe geçer ve geçiyor. Bunun bugün için en bariz görüldüğü mesele, mülteci/göçmen sorunu. Eğer belli bir anda yükselen bir mülteci akımı yoksa, o zaman da tepkinin hedefi o toplumun rutin veya kadim diyebileceğimiz azınlıkları olur.
Milliyetçiliğin ‘sokaktaki adam’ı cezbetmesinin önde gelen nedenlerinden biri de basitliği, kolaylığı. Bu basitlik hem genel anlamda hayatı kavramada, hem sorunlara çözüm önermede geçerli. Milliyetçiliğin dünya görüşünde hayat, ‘biz’in külliyen iyi, ‘öteki’nin külliyen kötü olduğu bir ikilikten ibaret. Milliyetçiliğin beyazları ve siyahları, kes(k)inlikleri var, ara renkler ve muğlaklık barındırmıyor; onun için de ortalama bir akla hitap ediyor. Anlaması kolay; zor sorunlara kolay çözümler vadediyor. Mesela, ekonomik sorunlar, geçim sıkıntısı mı var? Milliyetçiliğe göre bunun sebebi dışarıdan gelip işinizi elinizden alan göçmenler veya sizi sömüren, farklı etnisitelere mensup zengin azınlıklardır. Size, onlardan kurtulursanız dertlerinizin son bulacağını söyler. Milliyetçilik aynı zamanda zihinsel sorgulamaya ket vuran bir hâl. Hatta tam da öyle olmanızı ister ve bekler. Ne demiş Türk milliyetçisi Ziya Gökalp, “Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım.”
Milliyetçiliğin popülerliğinin, yaygınlığının bir sebebi de çok uzun süreden beri verili hâl olması. Milliyetçiliğin yaptığı ‘iyi biz’ - ‘kötü onlar’ ayrımını, gerek Türkiye gibi birçok devletin resmî eğitimi, gerek çeşitli katmanlardaki ve zeminlerdeki toplumsal sosyalizasyon vasıtasıyla küçükten ve aynen konuşmayı öğrenir gibi hayatın akışı içinde, kendiliğinden öğreniyor insanlar. Dolayısıyla, milliyetçilik bir ‘verili durum’, ‘olağan bir varoluş hâli’ olmuş oluyor. İnsanlar hiçbir şey yapmaz, fazla düşünmezlerse zaten bir nevi otomatikman, ama bazıları mutedil, bazıları aşırı milliyetçi oluyor. Oradan çıkmak özel bir çaba gerektiriyor. O çabayı göstermediğiniz veya hayat sizi milliyetçi önkabullerinizi sorgulayacak bir enstantaneyle karşı karşıya bırakmadığı sürece, o verili hâl içinde düşünüp konuşuyorsunuz, düşünsel serüveninizde ilk safhalarda takılıp kalıyorsunuz. Einstein’ın “Milliyetçilik bir çocukluk hastalığıdır” sözü de buna işaret ediyor. Aslında, milliyetçiliğin daimi hırçınlığını da hesaba katacak olursak, belki buna çocukluk yerine ‘ergen hastalığı’ demek daha doğru olur.