OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Soğan-patates mi, seccade mi?

Seçim dönemine girilmesiyle birlikte iyice popüler hâle gelen sokak röportajları, şüphesiz bilimsel bir yöntem değildir ve temsiliyet kabiliyeti de sınırlıdır. Sokak röportajlarından yola çıkarak makro sonuçlara varmak, tahminler yapmak sağlıklı olmaz. Öte yandan, bu röportajlarda vatandaşların söyledikleri, AKP’nin neden ve nasıl birinci parti olmaya devam ettiğine dair birtakım ipuçları verebilir.

Seçimlere bir ay kaldı, ittifak içinde ve dışında tartışmalar bütün hızıyla, ateşiyle sürüyor, tahminler yapılıyor, iddialar ortaya atılıyor. Gözlemlerime göre, son zamanlarda zayıflamakla birlikte, Millet İttifakı partilerinde “Bu iş bitti, seçim kazanıldı” havası var. Dışarıdan bakan ‘rasyonel’ bir göz de gerçekten bunca baskı, hukuksuzluk, KHK’larla yapılan zulüm, yıllardır süren ekonomik sıkıntılar, hayat pahalılığı ve en son deprem sonrası rezalet ve vahamet boyutlarına varan beceriksizliklerin ardından, gerek cumhurbaşkanlığı gerek meclis seçimlerinin muhalefet tarafından rahatlıkla kazanılmasını bekler. Gelgelelim, cumhurbaşkanlığı seçimi için yapılan son anketlerde ya Kılıçdaroğlu az bir farkla önde ya da oylar başabaş. Meclis seçimi için yapılan son anketlerin benim görebildiğim kadarıyla tümünde ise AKP kabaca %30 ila %40 arasında değişen oranlarla birinci parti. Yukarıda saydığım bunca olumsuzluğa rağmen AKP’nin nasıl hâlâ birinci parti olabildiği, ciddi bir siyaset bilimi ve siyaset sosyolojisi sorusudur. 

Seçim dönemine girilmesiyle birlikte iyice popüler hâle gelen sokak röportajları, şüphesiz bilimsel bir yöntem değildir ve temsiliyet kabiliyeti de sınırlıdır. Sokak röportajlarından yola çıkarak makro sonuçlara varmak, tahminler yapmak sağlıklı olmaz. Öte yandan, bu röportajlarda vatandaşların söyledikleri, AKP’nin neden ve nasıl birinci parti olmaya devam ettiğine dair birtakım ipuçları verebilir. Çorum’da yapılan böyle bir sokak röportajında mikrofon uzatılan ve “Kıymanın kilosu 300 lira olmuş, ne diyorsunuz?” diye sorulan bir kadın, “Çok güzel, olsun, yemesinler. Ne yapalım yani? Allah gene de Reisimizi başımızdan eksik etmesin. Gram alırım yerim. Ama rahatlık isterim. Huzur isteriz. Allah o donsuzları başımıza getirmesin” diyor. “Donsuz”la kastı “ahlaksız” herhâlde. Sayılarını veya oranlarını tam olarak bilemesek bile, bu röportajlardan, böyle bir kesimin hatta kitlenin varlığını gözlemleyebiliyoruz. 

İstanbul’da yapılan böyle başka bir sokak röportajında da benzer biçimde soğan-patates soran muhabire, bir kadın “Soğanı, patatesi düşünmeyin de seccadeye basan adamı lanetleyin, yuhlayın… siz oturun da Kuran-ı Kerim kurslarını kapatacağız diyenleri yuhlayın. Siz oturun imam nikâhını kaldıracağız diyenleri yuhlayın. Siz Müslüman’sınız, biz Çanakkale’yi etle ekmekle kazanmadık. Biz soğanla patatesle kazanmadık” diyor. (Aynı kadın, “Erdoğan olmasaydı bu ülke Ermenilerin eline kalacaktı” da diyor ama o başlı başına ayrı bir yazı konusu.)

Bu söylenenlerde, özellikle ikinci örnekte bariz cahillik var ama bunlara kolayca “cahil”, “eğitimsiz”, “satılmış” diyerek işin içinden çıkmak bizi doğru sonuçlara veya çıkarımlara götürür mü? Onun yerine bu kişilerin neden böyle düşündüğünü ve konuştuğunu, konuşabildiğini anlamaya çalışmak daha işe yarar olabilir. Örneğin, ikisinin de söylediklerinde ağır bir hamaset var. Ayrıca, iki örnekte de, temel maddi ihtiyaçların karşısına bir dinî ve millî değerler kombinasyonunun konumlandırıldığı ve bu değerlerin tercih edildiği gözlemleniyor ama acaba bu kişiler gerçekten de kıyma, soğan, patates gibi temel ihtiyaç maddelerini almaktan aciz mi? Doğrusu, ben bunun böyle olmadığını, tam da o nedenden dolayı böyle konuşabildiklerini düşünüyorum. Başka bir deyişle, temel tüketim maddelerine erişimi olmayan kimselerin kolayca “Varsın olmasın” diyebileceğini düşünmüyorum. Dolayısıyla, hayat pahalılığına rağmen temel tüketim maddelerine erişememe seviyesinde bir ekonomik kriz, düşünüldüğü kadar yaygın olmayabilir. Tüm zorluklara rağmen ülke ekonomik anlamda son noktaya gelmemiş, iflas etmemiştir, çark birilerini ezerek de olsa dönmeye devam ediyor. AKP’nin birinci parti olmasının, daha doğrusu birinci parti olarak kalabilmesinin açıklamalarından biri bu olabilir. 

Başka bir yanılsama da, son deprem felaketi sonrasında yaşanan skandalların genel oya etki edeceği düşüncesi. Evet, bu depremden doğrudan ve dolaylı olarak milyonlarca kişi etkilendi ama bu hâlâ, seçmenin görece küçük bir kısmına tekabül ediyor ve biz zannediyoruz ki depremden hiç etkilenmeyen misal, Giresun, Çorum, Bayburt vs., hatta İstanbul gibi yerlerdeki seçmenler de deprem öncesi ve sonrası yaşananlara bakıp oylarını değiştirecekler. Hâlbuki, onlar depremin zararını somut ve gözlemlenebilir biçimde hissetmiyorlar, ilkesel bir sorumluluk da hissetmedikleri için iktidar partisine oy vermekten vazgeçmiyorlar. Yereldeki güç ve çıkar ilişkileri, hangi partinin kimi aday gösterdiği, örneğin, onların oylarının nereye gideceği konusunda hükümetin deprem karnesinden çok daha belirleyici. 

Velhasıl, seçim sonucu tahmini zor iş ve bu seçim kimse için çantada keklik gibi görünmüyor.