Türkiye’ye sığınan iki Yahudi gemisinin akıbeti

Hükümetten aldığı tehditler karşısında Salvador, limandan hareket etmek zorunda kaldı ve bir kılavuz kaptanla Marmara’ya açıldı. Gemi Silivri açıklarına geldiğinde şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Fırtınaya dayanamayan çürük geminin her iki direği de kırıldı ve dağılarak parçalara ayrıldı. Yüzlerce yolcu kendisini soğuk denizin ortasında buldu. Yüzme bilenlerin bir kısmı büyük güçlüklerle karaya çıktı, fakat Silivri-Çorlu karayolu üzerinde bir kısmı soğuktan donarak hayatını kaybetti.

1940 ile 1941 yılının son aylarında –ikisi de Aralık ayında—Nazi zulmünden kaçan içi masum insanlarla dolu iki köhne -Salvador ile Struma- gemi İstanbul Boğazı’nı geçerek limana girerler ve sığınma talebinde bulunurlar. Ancak tek suçları, Yahudi olmak olan bu masum sivil insanların sığınma talepleri kabul edilmez ve ölüme terkedilirler 

Savunmasız, masum insanları ölüme gönderen anlayış, nasıl bir zihniyetin ürünüdür, bu zihniyet hangi politik ortamda şekillenmiştir? 

1920’lerde örgütlenen, 1930’li yıllarda iktidara gelen Nazizm ve Faşizm, ideolojik olarak Kara Avrupası’nı şekillendirmeye başlar. Nazizm, izlediği antisemit politikayla Yahudiliği baş düşman ilan etmiş,  her yerde Yahudi avını başlatmıştır. Naziler, yalnız egemen oldukları yerlerde değil, kendileriyle ilişki içinde olan ülkelerin de Yahudi avını başlatması için baskı yapmaktadır; bu ülkelerden biri de Türkiye’dir.

Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de 1930’lu yıllarda, faşizme ve Nazizm’e dostça yaklaşan bir anlayış iktidardadır, ırkçılık, ataktadır. Türkiye Başbakan’ı İtalyanların Faşist Başkanı Mussolini’yi katlamaktadır. Dünya’ya uygarlığı Türklerin yaydığını, dünya dillerinin tümünün Türkçe ’den türetildiğini iddia eden M. Kemal’in önderliğindeki “Güneş Dil Teorisi ile Türk Tarih Tezi” gelişmektedir; böylece Türk ırkının ölçüsüz yüceltilmesine zemin oluşmaktadır. Hatay’ın dört bin yıllık Türk yurdu olduğunu, Hatay’da yaşayan Nusayrilerin (Arap Alevileri), Araplaştırılan, Eti Türkleri olduğu savunulmaktadır.

Avrupa’nın faşist ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye’de de, Yahudiler istenmeyen halklar olarak görülür, ilk pogrom Trakya'dan başlar. 

Bu süreçte Trakya’nın tümünü—Edirne, Kırklareli, Tekirdağ ve Çanakkale—içine alacak şekilde 19 Şubat 1934 tarihinde, Edirne merkezli İkinci (Trakya) Umumi Müfettişliği kurulur.

Trakya Umum Müfettişliği’nin amaçları arasında; bölgede yaşayan Müslüman ama gayri Türk unsurları—Pomak, Çerkes ve sürgün olarak gönderilen Kürtleri--Türkleştirmek,  bölgenin iktisadi hayatına yön veren Yahudileri bölgede uzaklaştırmak vardır.

Trakya pogromu
Trakya Umumi Müfettişi Kazım Dirik, 1936 yılında yapılan bir Umumi Müfettişler toplantısında bu amaçlarını açıkça dile getirir. Kazım Dirik, özellikle Yahudiler hakkında alınması gereken önlemler hakkında şu tespitlerde bulunur:

“Bizim asayiş durumumuzu böylece arz ettikten sonra Yahudilere geçelim: İki sene önce bir hareket olmuş…. Bu Yahudiler, İstanbul ve Çanakkale’ye inmişler. Bunların mevcudu Trakya’da 15-20 bin, Çanakkale’de de o kadardır. Bunlar sanayiyi ellerine almışlar. Bütün ekonomi şebekesine girmiş ve teşkilatlanmışlardır. Uzun yıllar bütün bu memleket bünyesini emmeye başlamışlardır. Bütün köylere kadar Hasan ve Hüseyin namı altında girerek, ticaret işlerini ellerine almışlardır. Pasif bir surette yerleşmişlerdir. Bunlara zorlayıcı hareket doğru değildir. Mukabil ekonomik hareket lazımdır. Büyük harekete geçmek icap eder. Kooperatifleşmek lazımdır. (…)

Kooperatifleri kurarken tekniğe ve bilgiye dayanmak lazımdır. Yahudilere birinci darbe de budur. Ziraat Bankası propaganda şebekesine ehemmiyet vermiştir. Kuşyemi ve buna benzer mahsulleri, avans vermek suretiyle, Yahudilerin kapatmasından kurtarmak tedbirleri alınmıştır. Yahudiler, köylünün elinden mahsulünü yanlış ve kendi menfaatine fiyatlar göstermek suretiyle almakta ve halkı aldatmakta idi. Bu suiistimalin önüne geçmek için tedbirler alınmış ve İstanbul piyasasından her gün bültenler getirip, ilan etmek süratiyle, hakiki fiyattan halk haberdar edilmiştir. Bu hareket tarzımız çok iyi neticeler vermiştir. Bir de ipek meselemiz vardır. Bütün kozayı da yine Yahudiler alıyordu. Yapılan teşebbüslerle banka para verdi ve bu suretle sönük olan dutçuluğa ehemmiyet verdik. Koyunculara iki defada ikişeryüzbin Lira aldık Sümerbank yağcılık ve alakadar oldu. Böylece Yahudilerin elindeki işlere siper yaptık” (Koçak, 2010;143-144) 

Bu sözlerde açıklandığı gibi 1934 pogromu ile sayıları gittikçe azalan Yahudiler, ekonomik olarak da çökertilerek göçe zorlandılar. Bir zamanlar yaşadıkları toplumun temel taşlarını oluşturan bu topluluklar arkalarında kültürel bir miras bırakıp doğdukları toprakları terk etmek zorunda kaldılar.

1930’lu yıllarda Türkiye, aynı zamanda yeni bir uluslaşma sürecine giriyor; fakat bu süreç, doğal, kendiliğinden gelişen bir süreç değil, zorlama bir süreç. Uluslar, asırlar boyunca birlikte yaşayan halkların ve ekonomik koşulların yarattığı demokratik bir halklar bütünlüğüdür. Oysa asker-bürokrasi tarafından yaratılan ulus, doğal değil, bir toplum mühendisliği sonucu yaratılmak istenen suni bir ulustur. Doğal ulusun harcını oluşturacak olan Anadolu’nun kadim haklarından Rumlar ve Ermeniler, şiddet kullanılarak bu toprakların dışına atıldılar. Yahudiler ekonomik ambargo ile  göçe zorlandılar. Geriye kalan Müslüman halklara da Türkleştirme dayatıldı.  Kürtler hariç, sonradan göçle Anadolu’ya gelip yerleşenler/yerleştirilenler, devletin Türkleştirme politikasına pek direnmediler ve Türkleştiler.

1 Eylül 1939 tarihinde Nazi Almanyası’nın Polonya’ya saldırmasıyla İkinci Dünya Savaşı resmen başladı. 22 Haziran 1941 yılında Naziler Sovyetler Birliği’ne saldırınca ve Rusya içlerine doğru hızla ilerleyince, Türk Nazileri bayram etmeye başladılar, Irkçı-Turancı yayınlarda patlamalar yaşandı, meydanlar, caddeler Nazi renkleriyle süslendi; hükümet, olan biteni sessizce ama keyifle izledi. Tam da bu tarihlerde, içi Yahudi dolu iki gemi –Salvador gemisi, 3.12.1940 tarihinde Bulgaristan’dan; Struma gemisi, 15 Aralık 1941’de Romanya’dan—Türkiye’den sığınma talebinde bulundular.

Ölüme terk edilen Salvador gemisi
1940 yılının sonlarına doğru, Nazi Almanyası’nın orduları Bulgaristan sınırlarına dayandı. Bulgaristan’daki Nazi işbirlikçisi hükümet, birbiri ardına antisemit kanunlar ve kararnameler çıkarmaya, Yahudileri Naziler’e teslim etmeye başladı. İngiltere’den büyük güçlüklerle Filistin Sertifikası alabilenler ise can havliyle Filistin’e kaçmaya çalışıyorlardı. Bu insanların bir kısmı Salvador gemisindeydi. Salvador gemisi aslında bir nehir gemisiydi, beş metre genişliğindeydi ve ahşaptan yapılmıştı; kesinlikle deniz yolculuğu yapabilecek vasıflara sahip değildi. Uruguay bandıralı gemi 3.12. 1940 tarihinde yola koyuldu ve üç günlük yolculuktan sonra İstanbul limanına vardı.  40 kişilik kapasiteye sahip gemiye 342 kişi binmişti.

“Milli Şef” yönetimi altında Nazi Almanyası’yla dostluk ilişkileri kurulmuş olan Türk hükümeti, limana giren Salvador gemisine, altı gün sonra limandan ayrılması uyarısında bulundu. Bu süre zarfında çeşitli Yahudi yardım kuruluşları gemidekilere yardım etmeye çalışmıştı, ancak hükümet bu çabaları da engelliyordu.

Hükümetten aldığı tehditler karşısında Salvador, limandan hareket etmek zorunda kaldı ve bir kılavuz kaptanla Marmara’ya açıldı. Gemi Silivri açıklarına geldiğinde şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Fırtınaya dayanamayan çürük geminin her iki direği de kırıldı ve dağılarak parçalara ayrıldı. Yüzlerce yolcu kendisini soğuk denizin ortasında buldu. Yüzme bilenlerin bir kısmı büyük güçlüklerle karaya çıktı, fakat Silivri-Çorlu karayolu üzerinde bir kısmı soğuktan donarak hayatını kaybetti. Toplam 342 yolcudan 231’i öldü. Ölenlerden 70’i çocuktu. Ölenler arasında Türk hükümetinin görevlendirdiği Türk kılavuz kaptan da bulunuyordu. Bir süre sonra olay yerine gelen ekipler, cesetleri üst üste yığdıkları at arabalarıyla Silivri’deki Yahudi mezarlığına gömdüler. 

111 kişi kurtulabildi
Silivri ve civar köylerde oturanlar, kurtulan Yahudilere ellerinden geldiğince yardımcı olmaya çalıştılar. Ancak jandarma kayıtlarına geçen soyguncular oldu. Jandarma karaya vuran cesetleri soyan hırsızları yakalayarak mahkemeye sevk etti. Bir ölüm gemisine dönüşen Salvador’dan 111 yolcu kurtulabilmişti. Bunlar İstanbul’a getirilerek Galatasaray’da Minare sok. 17 numaralı eve yerleştirildi. 

Kurtulabilen bu insanlara yardım etmek için, merkezi Sofya’da bulunan Musevi Cemiyeti, Türkiye Dışişleri Bakanlığı nezdinde girişimde bulundu. Cumhuriyet arşivinde temin edilen ve Reisicumhur İsmet İnönü’nün imzasını taşıyan belgede şunlar yazılıdır: 

“Silivri açıklarında batan gemiden kurtarılan Musevilere yardım hususunda gerekli tedbirleri almak üzere Sofya Musevi Heyeti merkeziyesinin İstanbul’a göndermek istediği Nissimoff ve Rosenfeld adındaki iki Musevi’ye, bilfiil yardım edecek bir para ile geldikleri takdirde, kısa bir müddet için duhul (giriş) vizesi verilmesi, Hariciye Vekilliğinin 30/12/1940 tarih ve 676/87547 sayılı tezkeresile yapılan teklifi üzerine, İcra Vekilleri heyetince 13 Kasım 1941 tarihinde kabul olunmuştur.” (Bkz: belge)

Bu heyetin para ile gelip gelmediğini bilmiyoruz. Sadece, Türk hükümetinin bu insanları Bulgaristan’a geri göndermek istediğini, iki ülkenin birbirlerine sert notalar verdiğini, dönemin basını yazmaktadır.
Kazazedelerin bir kısmı çeşitli yöntemlerle illegal yollarla Filistin’e ulaşabildi, bir kısmından da bir daha haber alınamadı.

Struma faciası
15 Aralık 1941’de Köstence limanından aldığı 769 Romen Yahudisini Nazi zulmünden kaçırıp Filistin’e götürmek isteyen Struma gemisi İstanbul’a geldi. Türkiye’nin izin vermemesi yüzünden yolcular 2,5 ay Sarayburnu açıklarında hastalıkla ve ölümle pençeleştikten sonra çıpası kesilen gemi, dev bir kılavuz gemisine bağlanarak Karadeniz’e çekildi. Struma, 23 mil açıkta, motorsuz, yakıtsız, yiyeceksiz, susuz, ilaçsız kaderine terk edildi. Tam 81 yıl önce 24 Şubat 1942 günü, saat 02.00’de “kimliği belirsiz” bir torpido botunun açtığı ateşle batırıldı.

Faciadan sadece bir kişi kurtuldu. Olaydan sonra başbakan Refik Saydam: “Türkiye başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlara mekân olamaz!” diyecekti.

Bu iki gemiden başka da Türkiye’ye sığınanlar oldu, ancak  1943 yılının kış aylarında Naziler, Stalingrad önünde bozguna uğratıldı. İlerleme sırası Kızılordu ile müttefiklere gelmişti. Nazilerin yenileceği belli olunca, Türk hükümeti de tavır değiştirdi ve bu tarihlerde sonra sığınmaya çalışan Yahudilere daha insancıl davranmaya başladı.

Bu tarihlerde Çatalca’da bulunan 24. Tümen Kurmay Başkanı Binbaşı Cemal Madanoğlu, anılarında şunları yazar:

“Bir gün Karaburun’dan bildirdiler, Cankurtaran’ın karşısına büyücek bir motorbot gelmiş. İçindekiler eşyalarını ve kendilerini denize atıp karaya çıkmışlar.” “Kalktım gittim.” (…) “Sığınanlar kadın, erkek, çocuk olmak üzere 141 kişiler. Hepsi de mayoyla tir tir titriyorlar, bizimkilerin verdikleri battaniyelere sarılıp ısınmaya çalışıyorlar.” “Sorduk soruşturduk, Romanya’dan kaçtıklarını anladık. Eşyaları su geçirmez ve batmaz hurçların içinde, hurçların üstünde numaralar yazılı. Tam örgütlü bir topluluk, hepsi de Yahudi.  (…)

Ben Romen Yahudilerini aldım, hepsini kömür dekovilinin vagonetlerine koyup fabrikaya (su fabrikası) getirdim. Hava serindi, Zavallılar kazanların çevresinde dolandıkça kurundular. Başlarında başkanları gibi davranan birisi var. Hurç numarasını okuyor. O hurcun sahipleri öne çıkıyorlar, hurcunu açıp eşya ve giysilerini çıkarıyorlar, giyindikleri zaman ortaya şık şık bayanlar, baylar çıkıyor. Bir yandan erkekler tıraş olmaya, kadınlar saçlarını başlarını düzenlemeye koyuldular. Fabrikanın kazan dairesi defile salonuna döndü. Davranışlarından ve giysilerinden anlaşıldığına göre bunlar varlıklı ve seçkin insanlar. Zaten Köstence’den başlayan bu kaçış başka biçimde örgütlenemez. 

Biz o dönemde Gestapo’nun büyük paralar karşılığında Yahudilerden kimilerinin kaçmasına göz yumduğunu biliyorduk. (…)

Bizim kuşkulu bir albayımız vardı. Olan bitenleri olumsuz gözlerle izleyip değerlendirmiş. Tümen Komutanına gitmiş, ‘Bunların arasında ajan, casus, kundakçı vardır. Madanoğlu hepsini alıp fabrikaya doldurdu. Eğer bir sabotaj olursa İstanbul susuz kalır’ demiş. (…)

Kolorduya sorduk, Kolordu Ankara’yla ilişkiye geçmiş, bize sığınanları Çatalca Kaymakamlığı’na gönderme kararı alınmış.” (Madanoğlu, 2021; 251-252)

Bu olay 1943 yılının Mayıs ayında gerçekleşiyor. Nazilerin yenileceği belli olunca, Türkiye, rota değiştirerek Batı’ya yaklaşmaya çalışıyor ve Yahudilere daha bir toleransla yaklaşılıyor…

İçi insan dolu iki köhne gemi, sığınmak zorunda kaldıkları ülke tarafından, sırf Yahudi oldukları için ırkçı-faşist amaçlar uğruna ölüme gönderildi. Yaşanan bu trajediyi, insanlık, hafızasına not etti.

Kaynakça:
Koçak, Cemil; “Umumi Müfettişlikler (1927-1952)”, İletişim Yayınları, İstanbul,2010.

Madanoğlu, Cemal; “Korgeneral Cemal Madanoğlu’nun Anıları” Kaynak Yayınları, İstanbul, 2021

(Bu makale Agos gazetesinde 24 Şubat 2023 tarihinde yayınlanmıştır)









Kategoriler

Dosya


Yazar Hakkında