Yeryüzünde halen konuşulan binlerce dile karşılık özgün yazı karakterlerinin, yani alfabelerin sadece 28 ile sınırlı olması bir hayli ilginç. Bunlar arasında birçok farklı ulustan halkların kendi anadillerini yazıya geçirmek için kullandıkları Latin, Kiril, Grek, Arap harflerinin yanı sıra sadece tek bir dili ifade etmek üzere tasarlanan örnekler de mevcut. İbrani, Gürcü, Ermeni veya Süryani yazılarını bu gruba örnek olarak göstermek olası.
Tarih öncesi çağlarda insanın, çıkardığı sesleri sözcük haline getirerek iletişim aracına dönüştürmesinin ne zaman, var oluşunun hangi aşamasında başladığını bilmemiz mümkün değil. Mitolojik tarih anlatımı ise Babil Kulesi inşasında çalışanların tanrının bir laneti olarak farklı diller konuşmaya başladıklarını, bu yüzden de tanrı katına çıkmak üzere inşasına başlanan kulenin tamamlanmadığını söylüyor.
Bu mitolojik anlatıya bakarak, farklı dillerin bizim de içinde bulunduğumuz yeryüzü bölgesinde şekillendiğini söyleyebiliriz. Ne var ki dinsel ve mitolojik anlatıların ortak kaderi olarak, bu kurgu da kendi içinde birçok çelişki barındırmakta. Kuzey Amerika yerlilerinden Amazon Ormanı halklarına, Afrika ve Avustralya kabilelerine, Uzak ve Güney Asya ovalarına, Pasifik Adaları'na kadar yayılan geniş bir coğrafyada birçok farklı ırk, her biri ayrı özelliklerle doğal sesleri iletişim aracına, yani konuşma diline çevirmeyi başarmıştı. Oysa mitolojik tarih öğretisi bu antropolojik olguyu Babil Kulesi inşasına dayandırarak geçerliliğini en baştan yitiriyor.
Kültür kavramının oluşumu
Bilgi ve deneyimin aktarılması açısından ortak bir iletişim aracının, yani dilin işlevi şüphesiz ki çok önemli bir aşamayı temsil eder. Bu bağlamda ikinci aşama ise bugün anladığımız manada kültür kavramının oluşumuna yol açan yazının keşfidir. İlk kez yazı uygulamalarının yine yaşadığımız bölgede, günümüzden yaklaşık dört bin yıl önce hayata geçirilmiş olması da üzerinde durulması gereken bir bilgi. Sümerler kil tabakaları üzerine anlamlı çentikler kazıyarak bizim 'çivi yazısı' olarak tanımladığımız alfabeyi geliştirdiler.
Bu tabakalar yazıldıktan sonra özel fırınlarda pişirildikleri için tabletler olarak günümüze ulaşmayı başardı. Çağdaş arkeoloji bilimi ise bu işaretleri deşifre ederek binlerce yıl öncesinin ticaret faaliyetlerine, diplomasisine, adalet kavramına, devlet yönetimine ve günlük yaşama dair çok değerli bilgileri edinmemizi sağladı.
Sümer çivi yazılarının ardından insanlık bu kez de Antik Mısır'da, tamamen farklı yöntemlerle, papirüs yaprakları üzerine hiyeroglif olarak tanımlanan ve formunu ifade edilmek istenen eşyanın veya varlığın betimlenmesiyle edinen yazı karakterlerini geliştirdi.
Arkeologlar bu karakterleri de okumayı başardılar ve eski Mısır uygarlığının gizemlerini bilinir kıldılar.
Dillerin alfabe tercihleri
Yeryüzünde halen konuşulan binlerce dile karşılık özgün yazı karakterlerinin, yani alfabelerin sadece 28 ile sınırlı olması bir hayli ilginç. Bunlar arasında birçok farklı ulustan halkların kendi anadillerini yazıya geçirmek için kullandıkları Latin, Kiril, Grek, Arap harflerinin yanı sıra sadece tek bir dili ifade etmek üzere tasarlanan örnekler de mevcut.
İbrani, Gürcü, Ermeni veya Süryani yazılarını bu gruba örnek olarak göstermek olası. Yakın geçmişte bu yazı karakterleri, farklı dilleri kayda geçirmek için kullanılmış olsalar da günümüzde kullanım alanları sadece tek bir dille sınırlı. Örneğin 100 yıl kadar önce Ermeni alfabesiyle yazılmış Türkçe veya Kürtçe metinlerden oluşan yüklüce bir külliyatın varlığını biliyoruz. Bunlar arasında gazete ve dergi gibi süreli yayınların yanı sıra telif ya da tercüme birçok edebi eser de mevcut. Aynı şeyi Grek alfabesi için de söylemek mümkün.
Özellikle Türkofon bir grup olan Karamanlı Ortodokslar yazı dili olarak Grek alfabesini kullanıyordu. Aynen Kıpçak Türklerin Ermeni alfabesi veya Gagavuzların Kiril veya Latin alfabesi kullanmaları gibi.
Dillerin alfabe tercihlerinde sosyokültürel etmenler kadar siyasi tercihler de belirleyici olabiliyor. Cumhuriyetin ilanından sonra Osmanlıca yerine, Arap ve Fars sözcüklerden arındırılmış ve 'öztürkçe' olarak tanımlanmış dilin yazısı da Arap alfabesinden Latin yazılımına geçmek zorundaydı. Bu ideolojik zorunluluk, gerekçe olarak Arap alfabesinin öğrenilmesinin zor olduğunu öne sürmekte, okur-yazarlık oranının düşük olması bu zorlukla açıklamakta. Oysa okur-yazarlığın yaygın olmamasının ardındaki gerçek neden alfabe zorluğu değil, genel olarak eğitimin reddedilmesidir. Nitekim günümüze değin komşu Suriye ve Irak gibi ülkelerde okur-yazarlık oranı halen Türkiye'den daha yüksek.
Dönüşüm kendiliğinden yaşanıyor
Ermenistan Cumhuriyeti, 1920 yılında Sovyetler Birliği'ne dâhil olduğunda, siyasi otorite geleneksel Ermeni alfabesi yerine Kiril alfabesinin benimsenmesi için yoğun bir kampanya yürütmüş, ancak başarılı olamamıştı. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Azerbaycan Cumhuriyeti de o zamana kadar kullandığı Kiril alfabesini terk ederek Latin alfabesini benimsedi. T.C., Arap harflerini terk ederken bir bütün olarak Arap kültürüne sırt çeviriyor, yüzünü Batı'ya yöneltiyordu. Azerbaycan da Kiril alfabesinden cayarak Rus kültürü ile arasına mesafe koymaya çalıştı.
Günümüzde ise bu dönüşümler ideolojik ve siyasi dayatmalardan çok, teknolojik bir etkene bağlı olarak kendiliğinden yaşanıyor.
Özellikle akıllı telefonların yaşamımıza girmesinden sonra birçok Ermeni kullanıcı mesajlaşma aracı olarak Latin alfabesini tercih etmeye başladı. Oysa hemen her telefonda Ermenice karakterler mevcut. Ancak Twitter veya Facebook yazılımlarında ya da mesajlaşma esnasında kullanıcılar Latin harflerini tercih ediyorlar. Hatta bu alanda Ermenicede yaygın olarak kullanılan, buna karşılık Latin alfabesinde karşılığı olmayan kimi sesleri karşılamak üzere bazı yeni harflerin, örneğin '@' işaretinin dahi Latin alfabesine eklendiğini görüyoruz.
Dil kırımı
Yaşadığımız coğrafya tarih çağları içinde birçok dilin doğum yeri olmuştur. Dolayısıyla aynı coğrafyanın yine birçok dilin mezarlığı olması da son derece doğal. Burada doğal olmayan ise doğum yeri olarak tanımlarken 'çağlar boyunca' kavramına karşılık, mezarlık tanımını çok daha kısa bir zaman diliminde yaşıyor olmamız. Bu durum da ülkemizin sabıka siciline 'dil kırımı' gibi bir tanımın da eklenmesine yol açıyor.
Söz konusu dil kırımının en önemli mağdurlarının Ubıhça, Adigece, Kabartayca gibi dallarıyla Çerkez dillerinin, Lazcanın, Gürcücenin, Pomakçanın olduklarını söylemek mümkün. Türkiye'de bu dillerin konuşulmamasının ardında, olası ayrımcılıklardan korunma refleksinin varlığından söz edebiliriz.
Başlangıçta 'tek vatan, tek millet' düsturuna uygun olarak tek bir dilin, Türkçenin hâkim kılınmasını sağlamak için uygulanan yasaklama ve baskılar bir süre sonra gönüllü bir asimilasyona evrildi. İnsanlar aynı kaygılarla özgün şahıs isimlerinden de feragat ederek büyük çoğunluğu oluşturan egemen toplum kesimine eklemlenmeyi tercih ettiler.
Günümüzde Kürt aydınlanma ve uluslaşma sürecinin bir talebi olarak gündeme gelen anadilde eğitim hakkı dahi, gönüllü asimilasyonu benimseyen bu toplumlar tarafından bölücülük olarak tanımlanmakta. Adeta "Düzene uygun kafalar nasıl oluşturulur?" sorusunun cevabı olacak nitelikte bir tablo var karşımızda. Düzenin taleplerine uygun olarak kendi özgün kültürünü, anadilini, geleneklerini, bir anlamda ecdadından devraldığı kültürel değerleri tehdit olarak algılayan bir bakış açısı, her şeyden önce Cumhuriyet'in kuruluş ideolojisini şekillendirenlerin mutlak zaferini kanıtlıyor.
İki tercih
1915-1923 sürecinde halklar mozaiği parçalandı. Ardından gelen Tevhidi Tedrisat Kanunu ve 'Vatandaş Türkçe konuş' kampanyasıyla diller mozaiği yok edildi. Şimdilerde ise son aşama olarak kültürel çeşitliliğin dinsel-mezhepsel bir taassupla buharlaştırılmasına tanıklık ediyoruz.
100. kuruluş yıldönümünü kutlamaya hazırlandığımız Cumhuriyet'in kuruluş felsefesi Arabi, Farsi ve topyekûn İslamî unsurlarından arınmış, çağdaşlaşma yolunda koşacak bir Türk aydınlanması tasavvuruna dayanmıştı. Aynı Cumhuriyet'in ikinci yüzyılını karşılamaya ise bünyesindeki tüm çeşitliliği tasfiye etmiş, İslamî radikalizmi şiar edinmiş bir anlayışla hazırlanıyoruz.
Belli ki Neoliberal küresel despotizm çağında medeniyetler çatışması doktrininden bizim payımıza da bu düşecek. Ya köprüden önceki son çıkış sapağını doğru değerlendireceğiz ya da orta yerinden yıkılmış olan köprüye son sürat süreceğiz aracımızı.
Birinci tercihte, önümüzdeki 21 Şubatlarda elimizde bir demet karanfille diller mezarlığını ziyaret etme şansımız var. İkinci tercihte ise aynı mezarlıkta elinde çiçeklerle gelecek olan ziyaretçiyi bekliyor olacağız.
(Bu yazı ilk olarak Bianet'te yayınlanmıştır)