Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi’nden Hrant Dink'i anma paneli

Hrant Dink, 19 Ocak 2023 tarihinde yapılan bir panelle Ankara’da da anıldı. Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi’nin düzenlediği panele, Doç. Dr. Fikret Başkaya, dilbilimci yazar Sevan Nişanyan, Agos gazetesi yazarı Pakrat Estukyan, araştırmacı yazar Hovsep Hayreni, insan hakları savunucusu Mahmut Konuk ve Agos’un eski çalışanlarından Hrant Kasparyan konuşmacı olarak katıldı.

Akın Atauz’un moderatörlüğünde yapılan anma panelinde, Hrant Dink suikastının öncesi ve sonrasında yaşanan süreçler farklı boyutlarıyla ele alındı. “Son gelişmeler ışığında Hrant Dink cinayeti” başlığıyla düzenlenen panelde konuşmacılar, yaptıkları sunumlarda Hrant Dink suikastının toplumda yaratmış olduğu kırılmayı, tarihsel referansların yanı sıra, günümüz Türkiye’sinin koşullarına değinerek analiz ettiler.    

Fikret Başkaya'nın konuşması

Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi adına panelin açılış konuşmasını yapan Doç. Dr. Fikret Başkaya, bir Anadolu Ermenisi, sosyalist, muhalif olarak tanımladığı Hrant Dink’in Türkçe-Ermenice bir gazete yayımlamaya başlamasıyla, ‘kutsal devletin’ mayınlı alanına girdiğini, açılan davalarla hedef haline getirildiğini söyledi. 

Hrant Dink’in nasıl öldürüldüğüne değil, neden öldürüldüğüne odaklanmak gerektiğini vurgulayan Başkaya, şöyle konuştu: 
“Hrant Dink aleyhinde açılan davalar aslında cinayete giden yolun taşlarını döşemek içindi. Türkiye’deki rejim, muhalifini düşman, farklı düşüneni hain sayar ve gereğini yapar, yapıyor… En değerli şairlerini, yazarlarını, sanatçılarını, düşünürlerini, bilim insanlarını, gazetecilerini katletmediği zaman hapislerde çürütmüş, işsiz ve aç bırakmış, ilticaya zorlamıştır. Oysa, özgür düşünceyi, özgür tartışmayı, ifade özgürlüğünü yasaklayan bir toplum, bir rejim, önünü göremez, yolunu bulamaz, çürür ve çöker. Şimdilerde Türkiye’nin içine sürüklendiği durum gibi. Hrant Dink hakkında açılan davalar, neyin amaçlandığının habercisiydi. Kutsal devletin bekçileri, ırkçı-faşist unsunlar Hrant’ı mahkeme salonlarında bile linç etmeye kalkışmışlardı. Davalar, hakkında yapılan yayınlar, iftiralar, sataşmalar ‘toplumu hazırlama’ işlevi gördü. ‘Yetkili kurumların’ cinayeti önlemede yetersiz kaldığı şeklinde yaygın bir kanaat var. Aslında bunun tam tersi doğrudur. Tüm ilgili kurumlar: Milli Güvenlik Kurulu, Genel Kurmay, MİT, İstanbul Emniyeti, Valilik ve düzen medyasının dahliyle taammüden işlenmiş bir cinayet söz konusudur.
Her cinayet, her katliam sanki ilk defa yapılıyormuş gibi bir algı söz konusu. Oysa, bu ülkenin 100 küsür yıllık tarihi, siyasi cinayetlerin ve kitle katliamlarının da tarihidir. Resmî tarihe ve resmî ideolojiye gönderme yapmadan yapılan tahlillerin bir kıymeti olması mümkün olmadığı gibi, Ermeni sorununa gönderme yapmadan da Hrant Dink cinayetini bilince çıkarmak mümkün değildir. Nasıl öldürüldüğüne değil, neden öldürüldüğüne odaklanmak gerekir.”

Osmanlı’nın çöküş dönemine kapitalizmin bu topraklara girişinin eşlik ettiğini hatırlatan Başkaya şöyle devam etti:
“Kapitalizm Osmanlı sosyal formasyonunu etkisi altına alıp içini boşaltırken, çöküşünü de biraz geciktirmişti. Emperyalistler arasında paylaşımda en büyük parçaya el koyma rekabeti, imparatorluğun çöküşünü geciktirmişti. Osmanlı yönetici sınıfı, imparatorluktaki aşınmanın, bozulmanın başlangıçtaki ilkelerden uzaklaşıldığı düşüncesiyle şanlı geçmişi ihya etmeyi deniyor. Oysa, tarihte geri dönüş mümkün değildir. Önce İttihad-ı Anasır projesi gündeme geliyor. Bu, imparatorluk dahilindeki tüm etnik, dini, mezhepsel, kültürel unsurları bir arada yaşatma arayışıydı ama gerçekleşme olasılığı yoktu. Bunun üzerine Sultan II. Abdülhamid, İttihad-İslam projesini gündeme getiriyor ki, bu ‘Tüm Müslümanların Birliği’ anlamına geliyordu. Onun da gerçekleşme olasılığı olmadığı anlaşılınca İttihatçılar çözümü Türk ırkına dayalı bir devlet kurmakta gördüler. Bu, Müslüman Türk olmayan tüm unsurlara savaş açmak anlamına geliyordu."

"1914-1922 yıllarında temizlik büyük ölçüde tamamlanıyor. Anadolu çölleşiyor, ülke kültürel erozyona uğruyor. İşte Ermeni sorununu bu bağlam ve bu bütünlük içinde ele almak gerekiyor. Aksi halde yapılan ve yapılacak tahlillerin, değerlendirmelerin bir kıymeti olması mümkün değil. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti’nin anti-emperyalist bir kurtuluş savaşı sonucu kurulduğuna dair resmî tarih yalanlarından uzak durmak gerekiyor. Yazık ki, Türkiye’de sol hareket, hiçbir zaman bağnaz resmî tarih ve resmî ideoloji ile cepheden bir hesaplaşmaya cüret etmedi, edemedi. Söylediğim gibi, Hrant Dink nasıl öldürüldü sorusuna değil, neden öldürüldü sorusuna odaklanmak gerekiyor. Bu da resmî tarih ve resmî ideoloji dışı bir okumayı varsayar.”

Hovsep Hayreni’nin konuşması
Anma paneline yurtdışından internet bağlantısıyla katılan Hovsep Hayreni, Hrant Dink suikastıyla birlikte Türkiye gündemine oturan “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz” sloganını hatırlatarak, “Bu sloganın anlamı ne kadar idrak edilebildi?” diye sordu.

Konuşmasında İkinci Karabağ Savaşı sonrasında yaşananlar karşısındaki sessizlik nedeniyle Türkiyeli sol ve liberal çevrelere yönelik olarak eleştirilerde de bulunan Hovsep Hayreni, özetle şunları söyledi: “Hrant'ın katlini karakterize etmek için “1,5 milyon + 1” denildi. Çünkü Hrant bir bakıma 24 Nisan 1915'te ölüme gönderilen Ermeni aydınlarının günümüze izdüşümüydü. Ermeni halkının ruhunda benzer bir travma yarattı. Bu nedenle 19 Ocak tarihi de 24 Nisan'a benzer bir sembole dönüştü. 19 Ocak bu bakımdan daha çok insanı dayanışmaya çeken bir gün oldu. ‘Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz’ sloganı çok tutuldu. Ama anlamı ne kadar idrak edildi? 2020 yılında yaşanan ikinci Karabağ savaşı bu bakımdan adeta bir turnusol işlevi gördü. Türkiye destekli Azerbaycan'ın açtığı savaşla Artsakh (Karabağ) ve Ermenistan'a yaşatılan ağır kayıplar, tüm Ermenilerin ruhuna 1915'ten bu yana en büyük kâbus olarak çöktü. Savaşın durdurulma bedeli olarak dayatılan şartların ağırlığı ise gelecek için karamsarlığa yol açtı. Ne var ki, Enver'lerin, Talat'ların soykırımcı ruhunu kuşanmış olarak gelen yeni Turancı saldırganlık dünyanın umurunda olmazken, Türkiyeli sol ve liberal çevrelerin de tepkisini çekmedi. Savaşın seyri içinde bunu apaçık gördük. Rojava direnişine şapka çıkartan sosyalistler, Artsakh'a gelince bin dereden su getirip ‘gerici’ göstermeye çalıştılar. Birinde başat söylem ‘mazlum Kürt halkı’ olurken, ötekinde varsa yoksa “Ermeni burjuvazisi” oldu. Müstesna dostlarımızdan Recep Maraşlı bunu ‘Ermeni halkının sadece ölenlerine ağlayıp, var olma mücadelesine sırt çevirmek ne kadar tutarlı?’ diye sorguladı. Evet şu bir gerçek ki, Der-Zor yollarında ölen Ermeni makbul olurken, Artsakh mevzilerinde direnen Ermeni ne kadar haklı da olsa makbul olmuyordu”

Hayreni şöyle devam etti: 
“Savaştan bu yana bitmek bilmeyen saldırganlıkla yaratılan güvenlik sorunu derinleşerek devam ediyor. Gelinen noktada Artsak'ın tamamı etnik temizlik planıyla karşı karşıya. 40 gündür sürdürülen abluka bölgenin ilhakı için atılmış bir ön adımdır. Geçtiğimiz Eylül ayında pervasız bir saldırıya uğrayan Ermenistan ise yeni işgal hamleleriyle tehdit ediliyor. Hrant'ı andığımız bu 19 Ocak'ta bu atmosferin boğuculuğunu hissetmek için ille de Ermeni olmak gerekmiyor. Ama madem ki ‘Hepimiz Ermeniyiz’ o zaman bu ağır duyguyu hep beraber hissetmeliyiz, değil mi? Birkaç istisna dışında Hrant'ın dostları o savaş süresince ve sonraki zor günlerde Ermeni halkını yalnız bıraktı.”

Hovsep Hayreni Hrant Dink’in bu durumda nasıl davranacağı sorusunu gündeme getirdi:
“Şüphesiz, son 30 yılda Ermenistan'ı yönetenlerin bugünkü hazin duruma zemin oluşturan günahları da oldu. Ülkeyi kötü yönettikleri gibi, savaşı önleme veya olmazsa karşı koyabilme yönünden de sorumsuzca davrandılar. Tarihi tecrübeleri göz ardı ederek Rusya'yla ittifakın bir güvence olacağını sandılar. Şimdi de Rusya ile Batı arasında bir bocalama yaşayan Ermenistan, onların örsü üzerinde Türk çekiciyle dövülmeye devam ediyor. İki taraftan onu tam teslimiyete zorlayan, Turan yolunu açması için tehdit eden düşmanları, Ermenistan'ın devlet varlığına son vermeyi ciddi ciddi hedefliyorlar."

"Bu gerçeklik karşısında Hrant olsa nasıl davranır, ne önerirdi? Muhtemelen Ermenistan'ın ve Artsakh'ın hazin durumlara düşmesine yol açan kendi payına olumsuzluklarıyla yüzleşmesini salık verir, güç dengelerinin gerçekliği içinde en hayırlı çözümler nerede görülebiliyorsa onun yapılmasını savunurdu. Ama herhalde ‘Artsakh elden giderse gitsin’ demeyeceği gibi, ‘Ermenistan'ın devlet varlığını savunmak benim işim değil’ gibi bir saçmalık da onun ağzından duyulmayacaktı. Bunu söylüyorum, çünkü bu konularda tartıştığımız bazı kişiler, kendini Hrant'ın dostlarından sayarak, ‘Sosyalistlerin işi devletlerin varlığını savunmak değildir, neden Ermenistan sermaye devletini savunuyorsunuz?’ gibi patavatsız laflar ettiler. Bunların 68 kuşağından beri ‘Yaşasın tam bağımsız Türkiye’ sloganıyla hiç bir sorunu olmamıştır. Kendilerine yurt bildikleri Türkiye'nin kaç otokton halka ait yurtları yutarak kocaman yapay bir ulus devlet olduğunu anlatmama gerek yok. Öyle bir ülkenin bağımsızlığını savunurken Ermenistan ve Artsakh'ın varlığını savunmaya gericilik damgası vuranlar bana göre bu konuda yalnızca duyarsız değil, aynı zamanda Ermeni fobisinden mustarip sosyal şovenlerdir.”

Hrant Kasparyan’ın konuşması
Agos gazetesi eski çalışanlarından Hrant Kasparyan anma panelinde yaptığı konuşmada, Agos’un yayın hayatına başlamasındaki temel amaçlara değindi.

Panelde, bir 19 Ocak’ta Agos’un önünde yapılan Hrant Dink anmasında Arat Dink’in yaptığı konuşmayı hatırlatan Kasparyan şunları söyledi: “O anmada yaptığı konuşmada Arat Dink, farklı bir konuya değinmişti. ‘Babamın büstünü yapıyorlar, taştan heykellerini yapıyorlar. Babam böyle biri değil. Hrant Dink böyle biri değil’ diyerek hepimize açık bir mesaj veriyordu Agos’un balkonundan.  Bize Hrant Dink’in bir fikir insanı olduğunu hatırlatıyordu sevgili Arat. 
Hrant Dink’in yıllarca Agos gazetesinde yazdığı yazılarında, daha sonra Hrant Dink Vakfı’nın kitaplaştırdığı makalelerinde aktarılan fikirlere, düşüncelere işaret ediyordu Arat Dink. Hrant Dink’i anmanın, onu hatırlamanın en iyi yolunu gösteriyordu bence. Bizler bugün Hrant Dink’in başlatmış olduğu mücadeleye omuz verebiliyor muyuz? Bireysel olarak katkıda bulunabiliyor muyuz? Türkiye’de bu soruya dürüstçe yanıt vermek gittikçe zorlaşıyor gibi görünüyor. Evet, ülkede bugün gelinen durumu ne yazık ki hepimiz gözlemleyebiliyoruz, artık öteden bu yana hep bir korku içinde yaşayan azınlıklar, ya da Ermeni toplumu değil sadece. Fakat toplum geneline yayılan baskıcı rejimin etkisi arttıkça, azınlıklar bugün daha da içe kapanık, ürkek ve karamsar bir yaşam sürüyor."

"Bu noktada bariz bir şeyi hatırlatmam gerekiyor. 1996 yılında Hrant Dink’in de aralarında bulunduğu bir grup tarafından kurulan Agos gazetesi, Türkiye Ermenilerini izolasyondan ve atıllaştırılmışlıktan çıkarıp, onların seslerini duyurabileceği ve gerektiğinde haklarını savunabilecekleri bir mecra olmak amacıyla yayın hayatına başladı. Bunun yanı sıra, Agos, yayın hayatı boyunca Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleştirilmesine katkıda bulunmak gibi bir meseleyi de her zaman gündeminde tutmuştur. Bu iki bariz amaç, yani Türkiye Ermenilerinin ve azınlıklarının izolasyonu, ikincisi Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleştirilmesi Agos’un odak noktalarıdır. Yani Türkiye’nin demokratikleşmesi için Hrant Dink’in verdiği mücadelenin bir parçasıdır."

"2020 yılında Azerbaycan’ın Karabağ’da başlattığı savaş ve sonrasındaki süreç hakkında benim de ifade etmek istediklerimi bu panelin konuşmacısı sevgili Hovsep Hayreni zaten söyledi ve haklı bulduğum eleştiriler yaptı. Bir savaşa karşı olmak, taraflar kim olursa olsun ‘Savaşa hayır’ demek en olağan insani beklentidir değil mi? Ne yazık ki Türkiyeli dost çevrelerden böyle bir ses yükselmedi. Karabağ savaşı ve sonrasındaki süreçte neden enternasyonal bir dayanışma sağlanamadı? Bunu tek bir tarafı eleştirmek için sormuyorum, bu çift yönlü bir soru, Ermeniler de kendi aralarında bu soruyu düşünmeli, tartışmalı”

Kasparyan şöyle devam etti:
“Geldiğimiz noktada, Hrant Dink suikastıyla birlikte daha duyarlı, daha faal hale gelmiş olan sivil toplumun, gazetecilerin, muhaliflerin, demokrat çevrelerin ne yazık ki artık eskisi kadar aktif olamadığı, pasifleştirildikleri böyle bir süreç gözlemliyoruz. Yaşadığımız son iki yıla baktığımızda, insan en azından ‘Bizim mahalledekilere ne oldu? Yani Türkiyeli dostlarımıza, arkadaşlarımıza ne oldu?’ diye sormadan edemiyor. Burada sevgili Rosa Luxemburg’tan bir alıntı yapmak istiyorum. 15 Ocak’ta, Almanya’nın başkenti Berlin’de öldürüldüğü yerde anma töreni yapıldı Rosa Luxemburg için. ‘Hareket etmedikçe prangalarını fark etmezsin’ diyor sevgili Rosa Luxemburg.” 

Mahmut Konuk’un konuşması
Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi üyelerinden Mahmut Konuk, toplantıdaki konuşmasında, suikasttan kısa bir süre önce Hrant Dink’in İstanbul Valiliği’ne çağırıldığını hatırlattı ve Hrant Dink’in sözleriyle orada MİT görevlisi olduğu anlaşılan bir kişi tarafından “uyarıldığını” ama aslında tehdit edildiğini söyledi. Devletin farklı kademelerinin haberdar olmasına rağmen Hrant Dink’in planlanan, önceden hazırlanan bir suikast ile öldürüldüğünü ifade eden Mahmut Konuk konuşmasını şöyle sürdürdü:

“Hrant Dink taammüden işlenmiş bir devlet cinayetiyle öldürüldü. Çünkü Hrant Dink, Ermeni yetimlerinden, kimliği gasp edilen, kimlik bilinci çalınan Ermeni yetimlerinden söz ediyordu. Sadece kimlik gaspı değil, Ermenilerin malına mülküne de el konulduğundan bahsediyordu. Bu durum Türkiye’nin kuruluş kodlarının sorgulanmasına yol açtı. Bugün Hrant Dink’i içtenlikle anmak istiyorsak, onu yılın bir günü hatırlayarak değil, onun fikirlerine, mücadelesine her gün sahip çıkarak bunu yapabiliriz. Dolayısıyla bugün doğru bir tutum takınmalı ve enternasyonal bir dayanışma sağlamamız gerekmektedir. Bugün, Türkiye, Azerbaycan ve Rusya kendi emperyalist çıkarları doğrultusunda, Ermeni halkını yeni bir soykırım tehdidiyle karşı karşıya bırakmıştır. Buna karşı bir tavır almamız gerekiyor. Bbugün Azerbaycan’daki diktatörün sırtı sıvazlanıyor, her iki tarafın sağladığı silah ve mühimmatla Ermenistan’a askeri saldırı düzenleniyor. Öldürülen Ermeni askerlerinin miğferlerinden ırkçı bir şekilde “koleksiyon” yapılarak Azerbaycan’da sergileniyor. Savaşta öldürülen, Anuş Apetyan isimli Ermeni bir kadın askerin cesedi parçalanıyor, bu vahşetin görüntüleri internette yayımlanıyor. Bu noktada Türkiyeli sosyalistlerin söyleyeceği bir sözü olmalı. Buna karşı Türkiyeli enternasyonalistlerin de bir yanıt vermesi gerekiyor. Eğer bugün Hrant Dink’i anmak istiyorsak, bu yeni soykırım tehdidine karşı, bu soykırımcı kuşatmaya karşı bir cephe oluşturmalıyız. Ermeni halkıyla dayanışmak için birlikte mücadele etmemiz ve Ermeni halkının kendi kaderini tayin etme hakkını desteklememiz gerekiyor. Bizler Hrant Dink’in dostları, arkadaşları isek, son gelişmelere bu noktadan bakmalıyız.”  

Pakrat Estukyan’ın konuşması
Agos gazetesi yazarı Pakrat Estukyan, Hrant Dink suikastının önceki ve sonraki süreçlerini ele aldığı konuşmasında, küresel değişimlerin yol açtığı savaşlar, toplumsal travmalar ve kırılma noktalarına değinerek şunları söyledi: 

“Anma toplantısında konuşmacı kişi Ermeni olduğunda, sanki Ermenilik üzerinden bir anlatım yapılıyor gibi bir izlenime kapılanlar olabilir, ben bugün farklı bir bakış açısıyla bir şeyler söylemek istiyorum. İçinde bulunduğumuz şartlara daha genel bir bakış açısıyla yaklaşmak istiyorum. 
Hrant Dink suikastının öncesine genel bir bakış attığımızda, 1990’lı yılların başında Sovyetler Birliği’nin dağılması ve tarihe mal olmasıyla, “yeni dünya düzeni” ve “globalleşme” yani küreselleşme gibi kavramlar hayatımıza girdi. Bizler iki kutuplu bir dünyada yetişmiş insanlardık, dünyanın bir kutbunu ABD ve Batı Avrupa temsil ediyorken, diğer kutbunu Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa ve Çin temsil ediyordu. Hatta “üçüncü dünya” diye bir kavram da vardı. Sovyetler’in dağılmasıyla dünya tek kutuplu bir hale geldi. Bu da dünyanın ekseninin kaymasına neden oldu." 

"II. Dünya Savaşı bittiğinde, o güne dek ilk kez duyulan “Bir daha asla!” mesajı veriliyordu ve genel olarak dünyada bir barış ortamının hâkim olacağı kanaati oluştu. Fakat Sovyetler Birliği dağıldığında, “yeni dünya düzeni” ve onu ifade eden neoliberal kapitalizm, bize başka bir şey muştuladı. Matah bir şeymiş gibi, “Mikro-milliyetçilikler çağına ayak basıyoruz” dediler. Ve sonra da bu mikro-milliyetçiliklere bağlı olarak savaşlar yaşanacağını söylediler. Ne yazık ki bu kehanetlerin hepsi doğru çıktı. Bu toplantıda Dağlık Karabağ’a ilişkin de konuşmalar yapıldı. Karabağ, o dönem Azerbaycan bünyesindeyken de otonom bir devletti, devlet statüsü vardı. Sovyetler Birliği yapılanmasında 15 bağımsız devlet ve onların bünyesinde de birçok otonom cumhuriyet vardı, onlardan biri de Karabağ’dı. Otonom bir cumhuriyet olan Karabağ’ın yerel parlamentosu vardı, tıpkı Gürcistan’a bağlı olan Güney Osetya, Abhazya gibi ya da Çeçenya gibi, parlamentosu olan, kendi eğitim müfredatı, kendi yönettiği okulları olan bir devletti. Sovyetler’in dağılmasıyla, üniter devlet yapılanmasına giden Azerbaycan, Karabağ’ın otonomisini tanımak istemedi. Tıpkı Gürcistan’ın Güney Osetya ve Abhazya’nın otonomisini tanımak istememesi gibi. Akabinde çıkan savaşları hepimiz biliyoruz. Bir anda iki anlayış birden egemen oldu; bir yandan Batı, “sınırların değişmezliği” ilkesini dayattı, bir yanda ise Sovyetler döneminden kalma sosyalist bir anlayışla halkların kendi kaderini tayin etme hakkı söz konusuydu. Bu birbiriyle çelişen iki anlayış Batı’nın istediği gibi uygulandı. Yugoslavya parçalanıyorken, halkların kendi kaderini tayin etme hakkı dendi. Başka bölgeler söz konusu olduğunda ise sınırların değişmezliği ilkesi öne sürüldü. Yani istedikleri bölgede, istedikleri kararı yorumlayarak uygulamakta hiçbir beis görmedi Batı.”

Estukyan şöyle devam etti:
“Bizler, 1968 ve 1978 kuşağını bilen insanlar olarak, Türkiye’nin birikimlerinin sonradan böyle dinci, mukaddesatçı, ırkçı, kafatasçı bir ideolojiye nasıl teslim olduğunu idrak edemedik. Sanırım bu durum, bu çağın atmosferiydi, çağın illetleriydi ve organizasyonu da okyanus ötesinden zaten yapılmıştı. Bugün Ortadoğu kan gölüne döndü, neredeyse Suriye diye bir ülke bırakmadılar. Kimler bırakmadı? Öncelikle ABD. Kimin siparişiyle? İsrail’in siparişiyle. Kimin el vermesiyle? Türkiye’nin el vermesiyle. Türkiye’nin Suriye’deki savaşta oynadığı rol, insanlığa karşı işlenen bir suçtur. Biz bunu da kendi içimizde tartışamadık. Neleri tartışamadığımızı konuşuyoruz, Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında insanlığa karşı işlenen suçlar hakkında özeleştiriler yapıyoruz. Özeleştirileri bugüne kadar getirebilmeliyiz. Aynı şey bugün Kafkasya’daki paylaşımda da geçerli, orada da bugün insanlığa karşı suçlar işleniyor.”    

Estukyan Hrant Dink’in öldürülmesinin Müslümanlaştırılmış Ermeniler üzerinde yarattığı kırılmaya da dikkat çekti:
“O güne dek aile içi konuşmalarında dahi Ermeni kimliğini bildiği halde günün gereği icabı bunu dillendirmeyen insanlar Hrant Dink’in öldürülmesiyle ansızın bambaşka bir bilinç kuşağına dönüştüler. Başka bir bakış açısı edindiler. Suikast haberi basına ve televizyona yansıdığında herkesin aklında, “Hrant Dink Ermeni olduğu için öldürüldü” gibi bir düşünce oluştu. Herkes olayı böyle algıladı, tepki de bu yüzden çok büyük oldu. Ermeniler Türkiye’de konuşmadıkları sürece sıradan bir hayat sürebilirler. Aynı şey Kürtler için de geçerli. Bir Kürt, ancak “Ben Kürdüm” dediği zaman “tehlike” olabiliyor Türkiye’de. Bunu demeyen kişi, zaten hepimiz Müslümanız, isimlerimiz de Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin gibi Müslüman adlarından oluşuyor zaten, dediğinde bir şekilde sıradan yaşama devam edebiliyor. Ama, “Ben Çerkezim, ben Lazım, benim kendi anadilim, kendi kültürüm var, çocuğuma bunu öğretmek istiyorum” dediğinizde, Türkiye egemen anlayışı için bu “tehlikedir.” Nitekim bu tehlikenin var olduğunu, Hrant Dink’in öldürülmesiyle Müslümanlaştırılmış Ermenilerin yeni bir bilinçle kendini ifade etmelerinde gördük, yani temelsiz değilmiş.” 

Sevan Nişanyan’ın konuşması
Panele internet bağlantısıyla katılan Agos gazetesi eski yazarlarından Sevan Nişanyan, 2004 yılında Agos’ta Sabiha Gökçen’e ilişkin yayımlanan haberin ardından, Hrant Dink’in sistematik bir şekilde linçe maruz bırakıldığını söyledi. Nişanyan, Yaşar Büyükanıt, İlker Başbuğ gibi askeri yetkililerin yanı sıra devletin farklı kademelerinin de dahil olduğu organize bir linç ile cinayet sürecine gelindiğini ifade etti. 

Nişanyan konuşmasında şunları söyledi: “Yargıtay’ın, ‘Türklüğe hakaret’ suçlamasıyla 301. Madde’den verdiği karar, yürütülen bu organize linçin bir parçasıdır. Böyle bir kararı veren Yargıtay üyelerinin aklı başında insanlar olmadıklarını düşünmek yanlış. Fakat bir suç unsuru olmadığı net olarak görülen bu hadisede, Yargıtay, “bilinmeyen nedenlerle” mahkûmiyet kararı verdi. Bunun tek bir açıklaması olabilir; kendilerine yukarıdan emir verildi. Aynı dönemde Hürriyet gazetesi Hrant Dink aleyhinde, onu kamu vicdanında ‘mahkûm’ eden, alçakça manşetler atmaya başladı.  Hürriyet’in ne tür bir işleyiş tarzı olduğunu bilenler bunun ne anlama geldiğini de anlar. Bunları müteakiben Veli Küçük gibi Türk ordusunun aktif bir subayı, şahsen Hrant Dink’i tehdit etmeye başladı. Yani 2004’ten itibaren üç yıllık bir süreçte adım adım hazırlanmış, planlanmış ve uygulama alanına konmuş bir cinayetten bahsediyoruz." 

"Sonradan bin türlü hedef saptırma operasyonlar yapıldı; “İşin içinde FETÖ’cüler varmış, Trabzon Emniyet Müdürlüğü de varmış” gibi vesairelerle piyonları öne sürmeye kalkıştılar. Asıl karar mercii onlar değildir. Karar mercii; Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarından Hrant Dink suikastına kadar kayıtsız şartsız bir şekilde ülkenin iç politikalarına hâkim olan askeri kuvvetlerdir. 1960 darbesinden sonra onu izleyen yaklaşık 40 yıla bir süre boyunca astığı astık kestiği kestik olan, cinayet suçundan çekinmeyen bir yönetim kadrosudur. Burada yeterince hesaba katılmayan faktör, Türkiye Cumhuriyeti’nin “kadim sahipleri” ve bir tür “bakıcıları” olarak lanse edilen bu kadronun 2007 yılında ağır bir darbe aldığı gerçeğidir. O güne kadar sonuçlarından en ufak bir kaygı duymaksızın istediklerini asan, istediklerini öldüren bu kadro, ilk kez 2007’de sert bir taşa çarptı. İlk kez bu kadar büyük toplumsal bir tepkiyle karşılaştılar, bu beklemedikleri bir şeydi. Hrant Dink cinayeti, Milli Güvenlik Kurulu içerisinde çöreklenen askeri kadroların kısa bir süreliğine de olsa Türkiye’de iktidarı kaybetmenin eşiğine gelmelerine neden oldu.  2007 yılından 2013’e kadarki altı yıllık dönem Cumhuriyet tarihinin ilgiyle üzerinde durulması gereken bir dönemdir. Süreçte elbette başka faktörlerin de etkisi vardır, fakat sanıyorum ki bardağı taşıran damla Hrant Dink suikastıydı. 2007’de Türkiye’nin siyasi yaşamında bir deprem oldu. Bunun Hrant Dink’le ilgili olduğunu düşündüğüm birkaç sonuca dikkat çekmek istiyorum. O yıllarda Türkiye, Ermenistan ile ilişkilerin normalleştirilmesi için bir protokol imzalamaya yönelik olarak girişimlere başladı. Batılı devletlerin de şevkiyle 2009 yılında protokol imzalandı, ama sonra çeşitli nedenlerle yürürlüğe konmadı. Geri adım atılmış olsa da, önemli bir teşebbüstü.”

Nişanyan konuşmasına şöyle devam etti:
“O yıllara başka bir açıdan baktığımızda, o döneme dek konuşulması mümkün olmayan, hep “sakıncalı” olarak görülen Ermeni soykırımı, 2007 yılında, hatta 2005’ten itibaren konuşulabilir hale geldi. Ve sonraki yıllarda da bir dizi paneller, köşe yazıları, kitaplar, anma gösterileri gibi faal bir durumla, kamu vicdanının, kamu söyleminin bir parçası haline geldi. 2009-2010 yıllarında, sağ veya soldan olsun, İslamcı, liberal, ya da solcu olsun, birinci kategoride yer alan fikir önderlerinin tümü, soykırım ifadesini kullansın veya kullanmasın, 1915’te yaşananların insanlığa karşı işlenmiş bir suç olduğu ve bu konuda Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesi gerektiği fikrine vardı. Bunu muhaliflerin ya da salt Hrant Dink’in çabalarına bağlamak doğru olmaz. Türkiye devleti içinde, devletin yönlendirici kurumları arasında bu yönde bir eğilim, bir girişim belirdi. Benim tahminime göre, Hrant Dink cinayetinin bu derece yankı doğurmasının ve sonuçları olan bir hadiseye dönüşmesinde devlet içindeki bir kanadın etkisi olmuş olmalı. Yani onların da bir şeylere ucundan da olsa destek vermesiyle bazı şeyler gerçekleşti. Bu noktada devlet içindeki kadrolarda bir bölünmeden söz etmek mümkün. 2007’den 2013’ün son günlerine dek verilen mücadelede Cumhuriyet döneminin tarihi kadroları, yani Hrant’ı katleden kadrolar, kısa süreliğine de olsa, iktidardan düştüler. 2014 yılına girildiğinde adeta bir intikam davasıyla geri geldiler ve ne yazık ki günümüze dek, belki biraz dönüşmüş bir şekilde de olsa, iktidarlarını sürdürüyorlar.”        


 

Kategoriler

Güncel