Diyarbakırlı seçmenin “Cumhurbaşkanımız söyledi, Demirtaş Kürt değilmiş, o halde oylarımızı AKP’ye verelim” diyeceğini ummak, Diyarbakır’ı da Diyarbakırlıyı da tanımamış olmayı gerektirir. Recep Tayyip Erdoğan’ın ve kurmaylarının bunu bilecek bilgi ve deneyime sahip olduklarına şüphe yok. Bu durumda görünen şey, sözün tükendiğidir.
Yaklaşık 40 yıldır Türkiye siyaset söylemlerinde en yaygın kullanılan ifadelerden biri de kimlik siyaseti tanımıdır. Özellikle sol- sosyalist çevrelerde sınıf siyasetine alternatif olarak algılanarak bir itham, bir küçümseme içerir ve suçlama halinde dillendirilir. Ülkedeki tüm etnik ve dinsel farklılıkları tek bir ulus kalıbında yok etmeyi amaçlayan kurucu ideoloji ile yüzleşememiş olanlar, insanların etnik aidiyetlerini sahiplenmesini üstenci bir yaklaşımla eleştirmeye çok teşnedir her nedense.
Kimlik siyaseti meselesi, özellikle Kürt siyasi hareketinin TBMM içinde temsilini sağlayan siyasi partilerin yeni bir güç dengesi olarak görünür hale gelmesiyle gündemdeki yerini aldı. Oluşum TC nin kuruluş sözleşmesini sorgulamaya yol açacak bir potansiyele sahip. Bu özelliğiyle de kaygı uyandıracak olmasını çok doğal karşılamak gerekir. Belki de çekildiğinde tüm duvarın yıkılmasına yol açacak tuğla kimlik meselesidir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 23 Ekim tarihinde Diyarbakır’da söyledikleri kimlik siyasetini bir kez daha düşünmemize yol açtı. “Edirne cezaevindeki zat Kürt değil. HDP’nin başındaki zat da Kürt değil” dediği konuşmasında hem Selahaddin Demirtaş’ın, hem de Mithat Sancar’ın siyasi savlarına yanıt vermek yerine, onların kimliğini tartışmaya çalıştı. Bu durumda Cumhurbaşkanının siyasi bir tükenmişlik içinde olduğundan söz etmek mümkün. Siyasi söylemlere karşı tutarlı bir yanıt yerine, “O aslında Kürt değil” demek, meseleyi kimlikle açıklamaya çalışmak çok da yabancısı olmadığımız bir saptırma örneği. Daha önce de AKP çevrelerinden bir siyasetçinin ‘128 milyar dolar nerede?” sorusuna yanıt olarak “Bayrak inmez, ezan susmaz” dediğini anımsatalım.
Mithat Sancar, önceki eş başkanlardan Figen Üstündağ veya Sezai Temelli, partinin en etkili milletvekillerinden Sırrı Süreyya Önder veya Garo Paylan’ın Kürt olmadıkları Diyarbakır halkının bilmediği bir şey değil. Tersine, bu durum HDP’nin bir Türkiye partisi olarak siyaset yapma iddiasının önemli göstergesi. Nitekim partinin seçmen tabanı, diğer hiçbir siyasi harekette rastlanamayacak bir etnik ve inançsal çeşitliliğe sahip.
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Diyarbakır ziyaretinden, burada yaptığı konuşmadan medyaya yansıyanın bu basit kimlik sorgulamasından ibaret olması gerçekten de partisinin siyasi tıkanmışlığını yansıtıyor. İşsizliğin ve buna bağlı olarak yoksulluğun çok yaygın olduğu bir kentte, yalandan da olsa bazı vaatler yerine kim Kürt, kim değil üzerinden siyaset yapmak, kelimenin en gerçek, en yalın haliyle kimlik siyasetinden medet ummaktır.
Diyarbakırlı seçmenin “Cumhurbaşkanımız söyledi, Demirtaş Kürt değilmiş, o halde oylarımızı AKP’ye verelim” diyeceğini ummak, Diyarbakır’ı da Diyarbakırlıyı da tanımamış olmayı gerektirir. Recep Tayyip Erdoğan’ın ve kurmaylarının bunu bilecek bilgi ve deneyime sahip olduklarına şüphe yok. Bu durumda görünen şey, sözün tükendiğidir. Kamuoyu yoklamaları AKP’nin geçmişte çok ciddi oranlarda oy aldığı Diyarbakır’da hızla kan kaybettiğini belirtiyor.
Sürdürülen kapatma davaları sonucunda HDP’nin seçime katılması engellenecek olsa, bu durum AKP’ye değil, muhalefet bloğuna yarar sağlayacaktır.
Diyarbakır’da ve Kürt nüfusun yoğun olduğu diğer illerde, etnik kimliğe ilaveten dindarlık siyaseti belirleyen bir güce sahipti. AKP toplumun bu özelliğinden yararlanarak ciddi bir oy potansiyeli elde etmişti. Ne var ki 20 yıllık iktidarın envanteri ortaya konduğunda, daha görünür olan belediye kaynaklarıyla kent talanları, liyakatsiz kadrolaşma ve yandaş kayırma halleri oldu.
Tehditle, zorlamayla meydanlara taşınan kitlelerin, seçim sandığına gittiklerinde ortaya koyacakları irade, miting alanında sağlanan ve oradan da yandaş ekranlara yansıtılanla paralel olmayabilir, bizden söylemesi.