RONALD G. SUNY

Ronald G. Suny

MICHIGAN MEKTUPLARI

Mihail Gorbaçov: ‘Yukarıdan devrimci’ bir Sovyet liderinin çelişkilerle dolu mirası

1985 yılında, partinin en yüksek kademesi olan genel sekreterliğe getirilir getirilmez, alelacele hazırlanmış, karmakarışık bir reform programı başlattı. Programın merkezinde iki fikir vardı: ‘Perestroyka’ (siyasi ve iktisadi sistemin yeniden yapılandırılması) ve glasnost (sansüre son verilmesi, ifade ve basın özgürlüğünün getirilmesi). Fakat işin daha en başında, iktisadi reformların hatalı olduğu ortaya çıktı. SSCB’nin en büyük döviz kaynağı olan petrolün dünya fiyatının düşmesi, Ermenistan’da büyük bir yıkım yaratan deprem, Çernobil’de yaşanan nükleer facia gibi devasa sorunlar, ülkenin yoksullaşmasına ve Gorbaçov’un ülke genelindeki popülerliğinin düşmesine neden oldu.

Mihail Gorbaçov çelişkili bir siyasi figürdü; ardında karmaşık bir miras bıraktı. Batı’da, halkını özgürlüğe kavuşturmuş, demokrat bir lider olarak görülüp (ki gerçekten de öyleydi) alkışlanırken, Rusya’da, Sovyetler Birliği’ni yıktığı ve bu ‘Büyük Güç’ü parçaladığı gerekçesiyle, gittikçe daha geniş kesimlerin nefret ettiği biri oldu.

Öyle ya da böyle, büyük bir etki yarattı. 30 Ağustos’ta, Rusya’nın resmî yayın organları onun 91 yaşında vefat ettiğini duyururken, planlanmasında ve uygulamaya konmasında önemli rol oynadığı dönüşümün yarattığı dalgalanmalar hâlâ hissediliyordu. Ukrayna’nın işgali, bir yönüyle, Soğuk Savaş sonrası Rusyası’nda, Gorbaçov’un yönetimindeki Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla yaşanan itibar kaybını (Vladimir Putin’e göre “[20.] yüzyılın en büyük siyasi felaketi”) telafi etmeye dönük bir girişim. Sovyetler Birliği’nin 30 yıl önce başlayan çözülüş süreci, bir anlamda, Ukrayna’daki kanlı savaşla devam ediyor.

Tabii, Gorbaçov Batı’da böyle algılanmıyor. İktidara geldiğinde, Batı’nın onu aslında katı bir komünist olan, samimiyetsiz bir reformcu yani bir nevi kuzu postuna bürünmüş kurt olarak gören bakışlarına maruz kalsa da, bu kuşkuları gidermeyi, dışarıdan kendisini böyle değerlendirenleri, samimi olduğuna ikna etmeyi başardı. İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher, Gorbaçov’u “birlikte iş yapabileceği” biri olarak niteleyince ABD Başkanı Ronald Reagan da fikrini değiştirdi, Gorbaçov’un Sovyet komuta sistemini hakikaten lağvetmekte olduğuna kanaat getirdi.

İlk zamanlarında Batı’da bir korku yaratan Gorbaçov’un, büyük projesini başlatmasının ardından ayakta kalması, bu korkuyu kaygıya dönüştürdü. Sosyalizmi kurtarmak için ülkesini liberalleştirmeyi ve demokratikleştirmeyi, bunun için ‘tepeden devrimci’ olmayı hedefleyen bir reformcuyla karşı karşıyaydılar. 

Fakat süreç içinde, Batı neoliberal kapitalizminin karşısındaki en önemli alternatif olan sosyalizmin altını oyma noktasına geldi. Sovyetler Birliği’ni modernleştirmek için aceleyle yaptığı reformlar tabanda, halk arasında yaşanan gelişmelerin gerisinde kaldı; Rusya’da sosyalist proje düşerken, büyüyen milliyetçiliğin ve yeniden canlanan otoriteryanizmin damga vurduğu, yeni bir dönem başladı.

Mihail Gorbaçov kimdi?
1931 yılında, Rusya’nın güney kesiminde, köylü bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Gorbaçov, Stalinist baskıların dehşetini küçük yaşta, her ikisi de hapse girip çıkmış olan dedelerinden öğrenmişti. Fiziksel açıdan güçlü, istisnai derecede zeki bir genç olarak Devlet Üniversitesi’nde hukuk eğitimi almak üzere Moskova’ya gitti ve kısa süre içinde Komünist Parti’de istikrarlı bir şekilde yükselmeye başladı. 

Sadık bir ‘aparatçik’ (Komünist Parti görevlisi) olarak, sistemin hastalıklarının farkındaydı – boğucu, insanları aptallaştıran ve yalnızca kendine hizmet eden bir bürokrasi; özgür ifadenin bastırılması; abartılı askerî harcamalar; işçilerin ve köylülerin inisiyatifsiz ve verimsiz olmaları... 1985 yılında, partinin en yüksek kademesi olan genel sekreterliğe getirilir getirilmez, alelacele hazırlanmış, karmakarışık bir reform programı başlattı. Programın merkezinde iki fikir vardı: ‘Perestroyka’ (siyasi ve iktisadi sistemin yeniden yapılandırılması) ve glasnost (sansüre son verilmesi, ifade ve basın özgürlüğünün getirilmesi).

İktisadi ve siyasi sorunlar
Fakat işin daha en başında, iktisadi reformların hatalı olduğu ortaya çıktı. SSCB’nin en büyük döviz kaynağı olan petrolün dünya fiyatının düşmesi, Ermenistan’da büyük bir yıkım yaratan deprem, Çernobil’de yaşanan nükleer facia gibi devasa sorunlar, ülkenin yoksullaşmasına ve Gorbaçov’un ülke genelindeki popülerliğinin düşmesine neden oldu.

Dış siyasetteki başarıları (Sovyetler Birliği’nin Afganistan’daki savaştan çekilmesi, Doğu Orta Avrupa’daki Sovyet uydusu devletleri özgür bırakması ve nükleer silahları azaltması) sayesinde, yurtdışında dostlar kazandı. Fakat kendi ülkesinde, en yakın yoldaşlarının birçoğu, özellikle de Ordu ve Devlet Güvenlik Komitesi (KGB) mensubu olanlar, onun İkinci Dünya Savaşı’nda faşizme karşı kazanılan zaferin getirileri olarak gördükleri şeylerden vazgeçmesi karşısında dehşete kapıldılar.

Sovyetler Birliği bir ‘süper güç’ken, Gorbaçov’un gözetimi altında, büyük bir hızla, finansal yardım için George H.W. Bush yönetimine el açan –ve hiçbir zaman böyle bir yardım alamayan–, hastalık derecesinde zayıf bir devlet durumuna düştü. Gorbaçov, Alman devletinin, Soğuk Savaş sırasında Berlin Duvarı’yla birbirinden ayrılan, biri Batı’nın diğeri Sovyetlerin kontrolünde olmak üzere iki parçasının yeniden birleşmesine, bu anlaşmadan pek bir şey kazanmaksızın izin verdi.

ABD ve Almanya ile, NATO’nun doğu yönünde bir milim dahi ilerlemeyeceği konusunda sıkı bir anlaşma yaptığını sansa da, bu anlaşmanın kâğıda dökülmesini sağlayamadı. ABD Başkanı Bill Clinton, SSCB’nin zayıflığından faydalanarak, Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin’in itirazlarına kulak asmaksızın, Doğu Avrupa devletlerinin Batı ittifakına katılma yönündeki isteklerine olumlu karşılık verdi.

Gorbaçov’un siyasi hayatının ve Sovyetler Birliği’nin sona erişi
70’li ve 80’li yıllarda SSCB, Batı’nın tahayyülünde, nükleer silahlarla donatılmış, devasa bir komünist ülke; ‘Özgür Dünya’ya karşı ciddi bir tehdit oluşturan, devrimci ve yayılmacı bir devletti. Fakat benim gibi, SSCB üzerine çalışmış ve orada bulunmuş pek çok insan, bu ülkenin iktisadi olarak yerinde saydığını, toplumsal açıdan muhafazakâr, siyasi açıdan ise gayet kırılgan olduğunu kolaylıkla görebiliyordu.

Gorbaçov 1980’lerin sonlarında, değişimden korkan muhafazakâr yönetici seçkinler ile, güçlü rakibi Boris Yeltsin’in öncülüğünde, büyük bir yaygarayla daha radikal bir değişim isteyen, sözde demokrat kesim arasında kaldı. 

Hükümet başkanı olarak, çözülmesi mümkün olmayan bir ikilemle karşı karşıyaydı: Demokratik olmayan araçlara, güce ve şiddete başvurmadan, önüne koyduğu demokrasi hedeflerine nasıl ulaşacaktı? Bazı nadir durumlar hâriç, düzeni korumak veya Sovyetler Birliği’nin kurtarmak için silahlı güce başvurmaya yanaşmadığından, birçok cumhuriyette (Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan ve Litvanya’da) yükselen milliyetçi direniş karşısında etkisiz kaldı.

Darbe girişimi ve Yeltsin
Bir ulusun diğer halklara tahakküm ettiği bir imparatorluğu, eşit ulusların bir arada yer aldığı, gerçek anlamda demokratik bir federasyona dönüştürme yönündeki planı, 1991 yılının Mart ayında yapılan referandumda, oy kullananların dörtte üçünden fazlası tarafından onaylandı. Fakat referandumdan birkaç ay sonra, bazı generaller ve gizli polis ajanlarının ona yönelik darbe girişiminde bulunmasıyla bu plan akamete uğradı. Darbeciler başarılı olamasa da, üç gün süren belirsizliğin kazananı Gorbaçov değil Yeltsin oldu.

Aralık ayının başlarında, Rusya, Ukrayna ve Belarus’un sarhoş liderleri, Gorbaçov’un gıyabında, bir ormanlık bölgede bir araya geldiler ve apar topar, Sovyetler Birliği’ni dağıtıp Gorbaçov’un devlet başkanlığını lağvetmeye dönük bir plan hazırladılar. Sovyet dünyası, şair T. S. Eliot’un o meşhur dizesiyle ifade edecek olursak, “gürültüyle değil iniltiyle” sona erdi. Onun yerine, Gorbaçov’un saf dışı kalacağı, zayıf ve etkisiz bir ‘Bağımsız Devletler Topluluğu’ kuruldu.

Gorbaçov, Noel günü, vakur ama hazin hâle düşmüş bir siyasi figür olarak istifa etti. Artık hiçbir gücü yoktu; işi, kendi vakfını yönetmek ve anılarını yazmaktan ibaretti.

Özgürlükler genişletildi ama ne pahasına?
Gorbaçov’un tepeden devriminin başarısı, en baştan itibaren, reform savunucularının, programın muhafazakâr seçkinler tarafından baltalanmasını engellemesine bağlıydı. Daha da önemlisi, Gorbaçov çürüyen sistemin savunma hatlarını yarmak için, ‘glasnost’ aracılığıyla entelektüelleri harekete geçirmeye çalıştı. Fakat çoğu yazar ve akademisyen, daha süratli bir dönüşüm uğruna, ‘kademeli değişim’ yaklaşımını bir kenara bıraktı.

Gorbaçov Sovyet toplumunu zehirleyen, bastırılmış öfkelerin ve hoşnutsuzlukların dizginlerini salıverirken, kendi gücünü olduğundan daha büyük görerek, yükselen aşağıdan devrimi kontrol altında tutabileceğini düşündü.

Kamusal alan bu şekilde serbest kalınca, ayrıcalıklı parti yetkililerine yönelik öfke ses buldu; greve giden madenciler ve hiddetli tüketiciler sokaklara döküldü; SSCB’yi oluşturan çeşitli cumhuriyetlerde, Ruslar dışındaki kitleler, bastırılmış hoşnutsuzluklarını haykırarak ifade etmeye başladılar. Sonuç olarak, Sovyet İmparatorluğu, Batı’da birçoklarının tahayyül ettiğinin aksine, aşağıdan gelen, kitlesel bir halk ayaklanmasıyla değil, tepede yapılan ve merkezin otoritesini gittikçe zayıflatan hatalar ve iç siyasi kavgalar nedeniyle dağıldı.

Gorbaçov, elinde hedeflerine ulaşması için gereken kaynaklar olmadığı hâlde, çok süratli bir şekilde, çok fazla şey yapmaya çalıştı. 1990 yılına gelindiğinde, tepeden devrim, onun güçsüzlüğü ve kararsızlığı nedeniyle artık raydan çıkmış durumdaydı.

Gorbaçov, büyük bir özgürleştirici olarak, ardında çelişkili bir miras bıraktı. Milyonlarca insanın özgürlük alanını genişletti ama aynı zamanda hiddet dolu milliyetçilik dalgalarının önünü açarak, altüst olmuş durumdaki SSCB coğrafyasında, meydanı yeniden canlanan otoriteryanizme bıraktı.

(Bu yazının İngilizce orijinali ilk olarak 31 Ağustos’ta, ‘The Conversation’ adlı çevrimiçi dergide yayımlanmıştır.)

(İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz)