Uysallar: Hakikat kimseyi özgür kılmayacaktır, en çok da onu ortaya çıkaranı

Türkiye gerçekliği içine yerleştirme iddiasındaki dizi, öncelikle olmayan bir gerçekliği kurmayı kendine iş edinmekle başlıyor: Klişe bir Ankara nostaljisi ve Türkiye’de olmayan bir punk hareketi…

Yalan bir kelime, bir kaş kalkışı, bir el hareketi ya da daha geniş haliyle, sesin bir tonudur. O ses tonuyla konuşulduğunda, o bir kelime hep aynı bağlamda söylendiğinde, ya da o uzayan ‘ı’ sesi duyulduğunda yalanın yılankavi yollarında kulelerin dikilmekte olduğunu hayal edebilirsiniz. Bununla beraber yalan ne bir kelime, bir kaş kalkışı, ne bir el hareketidir. Yalan bir varoluş biçimidir. Ete kemiğe bürünmüş, bakış olmuş, oturuş-kalkış, gülüş olmuş, en çekici, en kışkırtıcı hatta en sevecen halleriyle var oluşudur insanın. Tahmin edebileceğiniz gibi bu yazının konusu Uysallar dizisi ya da dizinin iddiasıyla “biz”iz. 

Daha ilk bölümden çıkıyor karşımıza, “Hep hayır dediğin zaman Nilciğim diyorsun bana” mealindeki cümlede… Kelimelerin ne zaman, hangi bağlamda ortaya çıktıklarında sevecenliklerinin ters-yüz edilip, aslında kelimenin anlamının tersini, canın-çıksın-Nil anlamında kullanıldıklarını hatırlatıyor bize. Kibarlıkla paketlenmiş sevecenlik bir sömürgeci pratiği olduğu için, sömürgecinin kelimeleri de kendi gibi yalan üzerine kurulu olduğundan, “canıımmmm” ile başlayıp  -cığım, -ciğim ile biten sevecenlik ekleri, çoğunlukla aslında bir şiddetin yolda olabileceğine delalet eder. 

Klişe bir Ankara nostaljisi, olmayan bir punk hareketi

Türkiye’nin patlayan dizi sektörünün Netflix’e yaptığı dizilerin toplumsal, tarihsel yalanları çoğunlukla da ırkçı soslarla pazarlayıp sunduğunu daha önce yazmış ve bununla ilgili tartışmalar da yapmıştık. “Uysallar”, modern toplumun sefilliği, yoksunluğu, yalanın herkesin deneyimlemek istediği bir tür paralel hayat olduğuna ilişkin bir yapım. Kapitalist dünyanın borca batmış yükselen beyaz yakalılarının kendi insanlıklarından uzaklaşmış hallerini, Türkiye gerçekliği içine yerleştirme iddiasındaki dizi, öncelikle olmayan bir gerçekliği kurmayı kendine iş edinmekle başlıyor: Klişe bir Ankara nostaljisi ve Türkiye’de olmayan bir punk hareketi… Birincisi çok bilindik bir pop kültür nesnesi: Ankara’nın İstanbul’a karşı verdiği muhalif olma miti.  Ankara alternatif başkenttir; orta halli, memur, Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş, özgürlük hareketinin temsilcisidir. O başkentin ahalisi de İstanbullu gibi kapitalist değil, sıkı sosyalisttir, olmadı punkçıdır. Yani İstanbul’un “komprador sermayedarlarına” karşı, Ankara’nın yurdum insanları… Ankara’nın zamanı İstanbul’dan farklıdır; özeldir, güzeldir, insan nefes alır Ankara’da… İstanbul’dan bakıldığında Ankara şarkılardaki bir nostaljidir; olmayan, hiç de olmamış bir zamana duyulan bir nostaljinin şarkısıdır Ankara. Angora’dan Engürüye ve sonunda Ankara’ya, İttihatçı sokak isimleriyle ünlenen caddeleriyle küllerinden doğurulmuş bir şehir… 

İkinci mit, Türkiye’de kitlesel olarak hiç olmamış punkçıların açtığı varsayılan özgürlükçü, anarşist, binaları işgal eden sisteme muhalif olan bir hareket miti… Böyle bir kitlesel hareketin hiç olmamış olması, mitinin yaratılamayacak olması anlamına gelmez. Tam tersi bir şeyin kendisi yoksa mitini yaratmak çok daha kolay olabilir.  Bu mitle Türkiye, bir anda Avrupa’daki çağcıllarıyla aynı zamanı paylaşır, sanki punkçılar bu ülkeye Avrupalılık zerk eder. 

Alaturka punkçılık

Bu iki mit Uysallar dizisinin ana kahramanı Oktay’da birleşecektir. Ankaralı asker babanın punkçı geçmişini geride bırakan oğlu mimar Oktay (Öner Erkan), İstanbul’da fiyakalı bir mimarlık ofisinde çalışmaktadır ve orta sınıftan üst sınıflara yükselmenin buhranlarıyla baş edemezken, “özüne” dönmeye karar verir. Punkçı olduğunu iddia ettiği yıllarına dönecek iki çocuk babası Oktay, punkçı olmayı en dar anlamıyla bir tür kılık/kıyafet değişimi olarak görmektedir. Boyunca borca batmış rezidanstaki lüks yaşamından kılık değiştirerek kaçacak, apolitikliğine bir çare bulacak, kendine, insanlığa yararlı bir iş yapacaktır. İlerleyen bölümlerde, Oktay’ın günün belli saatlerinde bir hayattan kaçarak kurduğu paralel hayatını sürdürdüğü “Anakara”da, “evini” aradığını anlarız. Bu punkçı  işgal mekanın isminin Anakara olması ile Oktay’ın gençliğini aradığı Ankara’nın benzerliğinin tesadüf olmadığını dizinin son bölümünde anlarız. Oktay’ın Ankaralı eski muhalif arkadaşının, İstanbul’dan Anakara’yı görmeye geldiğini görürüz. Ancak, bu arada mekan çoktan bir parti mekanına dönüşmüştür. İşgal edilen bu defa başkaları tarafından yeniden işgal edilmiştir. İzleyicinin ilk işgale sempati duyması beklenirken, ikinci işgali kınaması istenmektedir. Oktay’ın ikame projesi Anakara, kapitalist tüketim çılgınları tarafından tarumar edilmiştir. İstanbullu yine ve bir kez daha otantik olma iddiasında olanı bozmuş,  yoldan çıkartmıştır. Oktay’ın punkçılığının çiğliğini aslında başından beri anlarız, buna dair en hakiki sahne  rengarenk takma saçlarıyla arabesk müzik eşliğinde dans ederken kendinden geçtiği sahnedir. Alaturka punkçılık işte ancak bu kadar olabilir.

Dizideki bütün karakterler, Oktay, karısı Nil (Songül Öden), Oktay’ın babası asker kökenli Olcay (Uğur Yücel), Oktay’ın birlikte Avrupa’nın en büyük hapishanesini yapacağı Berhudar Bey (Haluk Bilginer), Nil’in kırıştırdığı Suat (Serkan Altunorak), hepsi ama hepsi kendilerine en yakın olanlardan, birbirlerinden gizledikleri ve özenle dokudukları paralel hayatlarda yaşamaktadırlar. Bu zamansal bölünmüşlük, karakterlerin de kişiliklerinin bölündüğünü düşündürse de, aslolan,  hayatlarının tamamının, ya da kendi olma hallerinin tamamının ortadan kalkmış olmasıdır. Yalan vücutlarında ete kemiğe bürünmüş, kendileri olmuştur.  

Bu dizinin merkezine oturduğu izlenimi veren kapitalizm ve modern toplum eleştirisi; diziyi kendi benzerleriyle, dünyanın dört bir yanında çekilmiş sinema yapıtlarıyla, ya da aynı temayı işleyen pek çok diziyle kesişmesinin ve böylelikle “herkesin” izleyebileceği bir yapım olmasının anahtarı. Diziyi izlerken Parasite, Matrix, Eyes Wide Shut gibi sinema yapıtlarından, benzer konulu dizilere görsel ve içeriksel bağlantılar kurmak mümkün. Hakikatin yalanla hiç karşılaşmamasını sağlamak üzere kurulmuş bir bürokratik düzeneğin,  kişinin mecbur bırakıldığı bunalımların ve bunları normalleştiren psikiyatrinin dizilere senaryo üretmek için çok verimli bir alan olduğu kesin. Böyle bir izlekle bağlantı kuramayacak insan yeryüzünde pek azdır. 

Hakikatle ilişki

Dizideki karakterlerin hakikatle kurdukları ilişki, sinir buhranlarına ve sarhoşluk zamanlarına sıkıştırılmış. Hakikat, çakırkeyif rakı sofrasının en banal mezesi olabilir, özellikle de başka bir yalana apartman çıkarken. Suat,  Nil ile meyhanedeki yarı sarhoş sohbeti sırasında erkeklerin her şeyi nasıl da “normal” bulduklarını, normal olmayan her şey karşısında takındıkları, üç maymunu oynama halet-i ruhiyesini eleştirmektedir. Bu konuşmanın, Suat ve Nil’in arasında, masanın üzerinde dans eden Yağmur’un bacakları arasından yapılması, Suat’ın bahsettiği anormalin normalin yerine geçmesinin  ötesinde bir şey söylüyor olmalıdır; hakikati kadının iki bacağı arasından görebilen bir erkek aklının ürünü olan bir toplumun normalinin ne olabileceğine ilişkin derin ve yaygın bir bilginin sembolizmi gibidir sahne. Nitekim, Oktay ve karısı Nil’in birbirleriyle sevişemediklerini öğreniriz dizinin ortalarında. Sonunda ise Oktay karısı Nil’e dokunabilmiştir, iki sene sonra. Herkes yeteri kadar yalan olduğunda, sevişmek de mümkün olacaktır, normal olan budur.

Bir sömürgeci pratiği olarak yalan, bir başkasının hayatını, onun üzerinde yaşadığı toprağı, içtiği suyu, yaşam bilgisini ve yaşama sevincini, enerjisini  çalmanın aracıdır. Bu anlamıyla da yalancı olduğumuz ölçüde ırkçı, sömürgeci, hırsız, tacizci, tecavüzcü olmak işten bile değildir. Tam da böyle olduğu için, Suat Nil’i gizlice kameraya aldığı öpüşme görüntüleriyle tehdit eder, kapısına dayanır, çünkü esas olan elde etmektir, bunun için şantajcı, yalancı ve tacizci olmakta herhangi bir sorun yoktur, bu da normal olandır. 

Oktay, karısı Nil ile konuşurken her şeyin oturdukları rezidansa geçmeleriyle başladığını söyler. Yani üzerinde yaşanılan toprak değişince, ilişkiler değişmiştir. Ödenecek borçlar, onu kendisine ait olmayan bir hayatı yaşamaya zorlamış, Oktay borçlarının esiri olmuştur.  Bir başka deyişle, Oktay, kendine ait olmayan bir yaşamanın bedelini ödemektedir. Toprak kendilerine ait olmadığı gibi, geçmişleri de yok gibidir. Nil’in Bursa’daki annesi ile ilişkisi bozuktur. Yani Nil de Oktay gibi dışarlıklıdır, İstanbullu değildir. İkisini de İstanbul bozmuştur. Video art projelerinde ailece ve sessizce kameraya bakacak Uysallar, videonun karşısında, estetize edilmiş bir şiddetle birbirleriyle tartışırlar. Bu onların aile fotoğrafıdır. Burada da aile ile şirket arasında bir paralellik kurulması, yine modern toplumun gündelik şiddetine bir göndermede bulunsa da, belki bundan daha önemlisi kanımca, yaşadığımız tüm alanların ama en çok da ailenin, pasif agresif şiddetin egemen olduğu en tehlikeli yer olmasına işaret ediyor olmasıdır. 

Bir ayağı çukurda bir eleştiri

Türkiye’de üretilen dizilerde kapitalist, modern toplum eleştirisi ancak ve ancak “Uysallar” dizisinde olduğu kadar olabilir ve bu eleştirinin bir ayağı hep çukurda, hep bir yanı anlamsızlık ile saçmalık arasına sıkışmış olmak zorundadır. Oktay’ın punkçılığı, Nil’in çalışmadığı bir yerin kartvizitleriyle dolaşması, Oktay ve Nil’in oğlu  Ege’nin kendini fakir ve yalnız bir öğrenci olarak tanıtıp, üniversite sınava girmesine engel olduğuna kanaat getirdiği sınav gözetmeni Seher’i önce takip edip, sonra ona kur yapıp, ele geçirip esas, niyetinin onu taciz etmek, terörize etmek istemek olması, tüm bunlar gerçekte oldukları insanların esastan reddi gibidir. Yani,  biz bu insanların korkularını, komplekslerini, ruhlarının sıkışmışlığını  görürüz, ama onların gerçekte kim olduklarını hiç ama hiç anlayamayız. Buradan yola çıkarak, hepimizin bütün yapıp - ettikleri aslında bir etki-tepki dünyasına sıkışır.  Herkes, herkes kadar suçlu ve kaybolmuştur, herkes herkes kadar tepkiseldir. Eylemlerinden de kendileri sorumlu değildir sanki, içinde bulundukları koşulların, mecbur bırakıldıkları hayatın, babalarının, dedelerinin tercihlerinin sonuçlarıdırlar. Bunun tam zıddı gibi duran Suat “canının istediğini yapan bir insan” olduğunu, herkesin de böyle olması gerektiğini söyleyecektir. Her iki durumda da, sınırsız sorumsuz ve her ne olursa olsun mazur görülmesi gereken bir önkabul/önerme vardır eylemlerinde. Yapmaya mecbur olduklarını değil de,  “canının istediğini yapmak” tam da bir sömürgeci lüksüdür. Böylesi bir lüks durumu ile, ailelerinin tercihlerine hapsedilmiş görünen genç nesillerin eylemlerinin sorumsuzluğu arasında çok net bir paralellik var. Her ikisi de kişinin hakikatini parçalar ve izleyici her iki durumda da kişinin hakikatine ilişkin bir duyguya, düşünceye varamaz. Çünkü hakikatle işlenmiş bir hayat, hakikatle yürünecek bir yol zaten yoktur. Yaşamak için herkes gibi olmak gerekir. Ol(a)mayan ölecektir. 

Yönetmen izleyiciye yalan söylemeden var olabilme alternatifi sunuyor mu? Hayır. İster canınızın istediğini yapın, ister kendi eylemlerinizi ailelerinizin yaptıkları sonuçları olarak pazarlayın, esas olan oyunun içinde kalmaktır. Oyunun dışı ölümdür. Dizide ardı arkası kesilmeyen taciz telefonları, mesajları, herkesin birbirine bütün yaptıklarından sonra  “Lütfen konuş benimle” diye yalvarması, aslında “Ne olursa olsun, lütfen oyuna devam et, konuş, konuş ki yalan söylemeye ve yalanlar yaşamaya devam edelim” demektedir. 

Hayatın devamı yalanın devamına bağlanmıştır “Uysallar”da. Hakikat karanlıkla ve ölümle ilişkilendirilir. Oktay Ankara’ya ya da Ankara’da olduğu insana dönemezken, Berhudar Bey Ankara’ya dönmeyi ölmeye tercih edebilir. Hakikatini çırılçıplak gözler önüne seren Berhudar, kendiyle ilgili tüm karanlığı da sereserpe ortaya dökmüştür. Hakikatten, yani bu karanlıktan kaçarken Ankara’dan İstanbul’a gelmiş, kafasına göre bir hapishane inşaatı yaptırmaktadır. Bu hapishane, gerçeğin ortaya çıkartılacağı ve tam da bu nedenle aynı zamanda hapsedileceği aydınlık bir yer olacaktır. Oktay’ın kafasına silah dayayıp onu zorla bu hücreye sokması ve bütün aile üyelerini önceden toplayıp getirdiği Oktay’ın, ailesinden özür dilemesini istemesi, tam bir devletçi modernleşme projesidir. Böylece hakikatin hiç ortaya çıkmaması garanti altına alınacaktır. Kollar kırılsa da yenler içeride kalacak, dışarıya hiçbir şey sızmayacaktır.  Hapishane bir anahtar olacak ve karanlık hakikati bembeyaz hücresinde sonsuza dek hapsedecektir. Böylece hakikat kendi kendini tüm toplumdan soyutlamıştır.

Hakikatin karanlıkla, yalanın devam eden yaşamla eşleşmesi izleyiciye başka bir yol bırakmaz. Karanlıklarda boğulmamak için, her gün yeniden yalan kulelerini kurmak, yıkmak ve baştan yapmak gerekir. Hakikat kimseyi, ama en çok da onu ortaya çıkaranı özgür kılmayacaktır. 

 

Kategoriler

Kültür Sanat


Yazar Hakkında