Siyaset bilimci Prof. Dr. Hamit Bozarslan, 27 Ocak’ta Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, Sosyoloji Bölümü ve Tarih Bölümü'nün düzenlediği Hrant Dink Anma Konferansı çerçevesinde, ‘Akademik Özgürlükler ve Siyasi Özgürlükler: Demokrasi ve Akademik Özerklik Üzerine Düşünceler’ başlıklı bir konuşma yaptı. Bozarslan ile konuşmasından yola çıkarak dünyada ve Türkiye’de demokrasi ve akademik özgürlükler üzerine bir söyleşi yaptık.
Akademi, sanıyorum ki sadece Türkiye'de değil, Rusya, Brezilya gibi diğer otoriter ülkelerde de baskı altında. Otorite rejimler niçin ilk olarak akademiyi hedef alıyor?
Bunun ilk nedeni, akademinin hem kendini eleştirebilme hem de bağrından çıktığı toplumu sorgulama pahasına var olabilmesidir. Akademinin, ‘ezeli ve ebedi’ gerçeklerin, ‘milletin kutsal değerleri’nin ve ‘milli güvenliği’nin, ‘rejimin bekâsı’nın dayattığı hipotezleri kabul edebilmesi ya da bunları gözeterek bir yalanı ya da bir tabuyu devam ettirebilmesi mümkün olamaz. Bu nedenle doğrudan bir toplumsal ya da siyasal bir niteliğe sahip olmayan akademi, muktedirlerin dayatmak istedikleri söylemlere karşı alternatif söylemler üretmek imkanını sağlayarak sosyal ve siyasal bir işlev kazanmaktadır.
İkinci bir neden ise, akademinin ancak ve ancak özerk olmak koşuluyla var olabilmesidir. Akademi kendi iç çoğulluğunu ve iç ihtilaflarını bilimsellik ölçütlerine bağlı olarak kurumsallaştırır, geçmişin birikimlerini bir miras olarak devralırken, diğer yandan kendini hem kendi bağrından hem de toplumdan gelen eleştirilere açık bırakarak yeniler. Bu tür bir özerklik, aynı zamanda özyönetim mekanizmalarını ve bir meslek ahlakını, bir deontolojiyi de zorunlu kılmaktadır. Baskı rejimlerinin bu tür bir eleştirel yaklaşıma ya da özerkliğe tahammül edebilmeleri doğal olarak mümkün değildir.
Akademinin özerkliğini engellemek ve baskı altına almak, bilimsel üretimi kısıtlamak, rejimin karakterini ortaya koymanın yanı sıra nasıl sonuçlar doğuruyor ya da doğurabilir? Akademiyi kısıtlamak ve değersizleştirmek, (eğer bu tanıma katılıyorsanız) ‘post-truth çağı’nın bir uzantısı, parçası olarak görülebilir mi?
Baskı rejimleri, aynı zamanda toplumların akli/kognitif melekelerini, zamana ve mekâna güvenlerini, geçmişlerini eleştirel bir yaklaşımdan yola çıkarak okuyabilme, geleceklerini çoğul perspektiflerden yola çıkarak tahayyül etme ve yaşadıkları zamanı anlamlı kılabilme kapasitelerini yok eden rejimler olarak tanımlanabilirler. Hannah Arendt, totalitarizmi sonu gelmeyen bir hareketlilik rejimi olarak tanımlamaktaydı. Totaliter sistemler, her adımlarını, her demeçlerini, her yatırımlarını ‘tarihsel’ olarak sıfatlandıran, dolayısıyla tarihi anlamsızlaştıran mütemadi kriz rejimleri olarak ortaya çıkmaktaydılar. Bu nedenle de hem geçmişin totaliter rejimlerinde hem de günümüzün anti-demokrasilerinde, kendisini eleştirebilen ve yenileyebilen, kendi iç çoğulluğundan ve iç ihtilaflarından beslendiği için kendini sınırlayabilen bilimsel izah, yerini komplo teorilerine bırakmakta, muktedirlerin ‘hubris’inin yol açtığı felaketler, iç ve dış ‘düşmanlar’ın ‘kıskançlığı’ ya da ‘kumpas’ıyla açıklanabilmektedir. Sınırsız bir güç tahayyülü ve pratiği olarak tanımlayabileceğimiz ‘hubris’, çoğu zaman, aralarında akademinin de bulunduğu kontrol ve denge mekanizmalarını yok etmekte ve nihilist bir boyut kazanmakta, ama iktidar erkleri, kendi kararlarının sorumluluğunu üstlenmeyi kabul etmemekteler.
Aristot, Kant ve Arendt, özgürlük ve sorumluluk arasında yakın bir bağ olduğunu belirtmekteydiler. Anti-demokratik rejimlerde ise, karar vericiler karar verme sürecinde özgürce davranmakta, ama icraatlarının kaçınılmaz kıldığı çöküşlerden ya ‘düşmanlar’ı, ya da ‘çark-ı felek’i sorumlu tutmaktalar. Örneğin, İttihatçılar, Birinci Dünya Savaşı sonrasında yazdıkları anılarda neden oldukları felaketten kaderi sorumlu tutmuşlardı. 1943 ve 1944’te de Mussolini ve Hitler, yaşadıklarından İtalyan ve Alman halklarını sorumlu gösterdiler.
Akademi bir yandan da direnmeye çalışıyor. Boğaziçi Üniversitesi'nin direnişi bir yılı doldurdu. Bu, siyasi bir baskı ortamında gerçekleşiyor şüphesiz. Dünyada durum nedir? Boğaziçi benzeri direniş örnekleri var mı?
21. yüzyılın başı genel olarak evrensel akademi için parlak bir dönem değil: Polonya’da Polonya tarihini eleştirel bir yaklaşımdan yola çıkarak okuyan tarihçilere karşı kampanyalardan Hindistan’da Hinduizmin oluşum süreci üzerine çalışan araştırmacılara karşı dile getirilen ölüm tehditlerine ya da Çin’de ‘yasak konular’la ilgili resmi listelerin düzenlenmesine kadar bir dizi örnek, baskının sadece Boğaziçi’yle sınırlı olmadığını göstermektedir.
Ama, aynı zamanda bütün bu ülkelerde gerçek bir direnişin olduğunu da görmekteyiz. Var olmasını mümkün kılan kurumlardan mahrum bırakılan akademi kendini değişik platformlarda, örneğin gazete sütunlarında ya da internet kanallarında dile getirebilmekte, üniversitelerde okunmayan ama kamusal alanda sınırlı da olsa bir ses çıkarabilen yayınlar da bulunabilmektedir.
Burada, aynı zamanda bir diaspora akademisinin de var olduğunu hatırlamamız gerekli. Nazizm döneminde Alman, daha sonra da Fransız akademisi büyük ölçüde ABD’de yeniden kurulmuştu. 1950’ler-1990’lar, sürgünde kurulan İspanyol, Portekiz, Yunan, Latin Amerika ya da Doğu Avrupa akademilerinin dönemiydi. 1950 sonrası Fransız düşün tarihini, Yunan ya da Bulgar sürgünleri Axelos, Kristeva, Papaioannou, Poulantzas, Todorov’u ele almadan yazabilmek mümkün değil. Bugün de ABD, Avustralya, Yeni Zelanda ve Avrupa, Çin’den, Türkiye’den, Rusya’dan, Arap aleminden, İran’dan ya da Latin Amerika’dan gelen ve çoğu zaman çok zor koşullarda yaşayan akademisyenlere ev sahipliği yapmakta.
Sadece Türkiye için değil, tüm dünya için soruyorum: ‘Milli’ bir akademi mümkün mü, akademinin karakteriyle uyuşur mu bu?
Erdoğan, Hamaney ve Putin sürekli, rejimlerinin her alanda büyük başarılar kazandığını, ama ‘maalesef milli kültür ve milli bilim’ yaratmada başarılı olamadıklarını dile getirmekteler. Bu gözlemde tümüyle haklılar. Kültür, milli bir çerçevede üretilebilmekte, ama ‘öznel’e indirgenmesini imkansız kılan bir melankoliyi, yarılmayı, kendini sorgulamayı gerektirmektedir. Kültürü kültür kılan ‘millet’in ‘yüceliğini’, ‘Bozkurtların Dirilişi’ni efsaneleştiren bir dil değil, toplumu fay hatlarından, geçmiş tecrübelerinden, nostaljilerinden, kırılmalarından, beklentilerinden yola çıkarak okumaktır. Bu nedenle de ancak yerelde oluşabilen kültür, yereli aşarak evrenselleşebilmektedir.
Aynı şekilde, akademinin de ‘milli’ olabilmesi mümkün değildir. Akademi, kaçınılmaz olarak milli ya da yerel bir mekânda kurulmakta, bu mekânın mümkün kıldığı ya gerektirdiği kurallarla işlemekte, referans olarak kabul ettiği, eleştirdiği ve sürekli yenilediği yerel miraslara sahip olmaktadır. Ama akademi, aynı zamanda, kendisine evrensel sorular sormakta, bu sorulara evrensel karşılaştırmaları mümkün kılan ve hiçbir zaman ‘mutlak gerçek’ olarak kabul edilemeyecek sonuçlar içeren araştırmalarla cevap vermektedir. Her öznel, aynı zamanda ‘evrensel’ bir boyuta varmayı gerektirmektedir. Bu hem doğa bilimleri hem de sosyal bilimler için geçerlidir. Örneğin, bir pandemi ya da çevre sorunlarının ‘milli’ bir çerçevede ele alınabilmesi mümkün değildir. Çin rejiminin ‘milli bir sorun’ olarak değerlendirdiği COVID-19 krizini yalan ve gizlilik kültürüyle yönetmesi, son tahlilde insanlığa karşı -istenmeden- işlenen bir sucun doğmasına yol açtı.
Dilerseniz, sosyal bilimlerden yola çıkarak da bir örnek vereyim: Almanya’da, Fransa’da ya da İsveç’te düzenlenen bir seçim, doğal olarak ‘milli’ bir nitelik içermekte, bu ülkelere has sosyal-siyasi ya da kültürel dinamiklerin yeni konfigürasyonlarının anlaşılmasını mümkün kılmakta. Ama seçim sosyolojisi, bu verilerden yola çıkarak bir evrensel disiplin olarak kendini ve kategorilerini (sınıf, kadınlık, taşra, sağ-sol, popülizm, milli hakimiyetçilik) yeniden tanımlamak zorunda kalmaktadır. Bu nedenle de ‘milli’ olan evrenselin, evrensel olan ‘milli’nin sorgulanmasını da beraberinde getirmektedir. Nasıl ki bir Fransız sosyolog Arjantin’deki bir seçimi yorumlayabiliyor ve buradan yola çıkarak hem Arjantin’i hem Fransa’yı anlamaya çalışıyorsa, bir Arjantinli sosyolog da Fransız seçimlerini yorumlayabilir, buradan yola çıkarak her iki ülkenin değişimlerini anlamaya çalışabilir.
Hrant Dink bir akademisyen değildi ama ifade özgürlüğünün ilerleyebilmesi için çok çaba göstermişti. Onun çalışmaları ve fikriyatı için neler söylemek istersiniz?
Entelektüel yaşam ve genel olarak toplumsal vicdan kesinlikle akademiyle sınırlı kalmamakta. Gavras’ın ‘Zorba’ filmini hatırlayalım. Hem Türkiye tarihinde hem de dünya tarihinde bir dizi ‘sıradan küçük hâkim’, gazeteci, kadın, sendikacı, şöhret sahibi akademisyenlerin sahip olamadıkları bir cesaret gösterebildi. Türkiye tarihyazımını tümüyle sarsan gencecik yaşlardaki İsmail Beşikçi ve Taner Akçam, akademinin göbeğinden değil varoşlarından, gelmekteydiler.
Hrant Dink, benim için her zaman çok büyük bir hümanist ve çok büyük bir entelektüel olarak kalacak. Bu intiba sadece Dink’in sahip olduğu bilgi hazinesiyle, meta-tabuları somuttan yola çıkarak kırabilme mahariyetiyle ve entelektüel dürüstlüğü ve cesaretiyle sınırlı değil. Dink, her şeyden önce bir refleksiviteye sahipti; çok zor koşullarda özgürleşmenin gerektiğinin bilincindeydi. Bu özgürleşme, aynı zamanda ‘nesne’den ‘özne’ye, ‘minör’den ‘majör’e geçisin mücadelesiydi. Ama Dink bu özgürleşmenin aynı zamanda ‘sorumlulaşma’, sorumluluk üstlenme anlamına geldiğini de bilmekteydi. Özgürlük ve sorumluluğun birbirlerini tamamlayan ve koşullandıran olgular olarak algılanması bence entelektüel haysiyet kavramını en mükemmel şekilde özetlemekte.