Diktatör olarak görülen ve kendini öyle gören otokratlar, aslında çevrelerindeki kişilere bağımlıdırlar. Yalnızca hükmettikleri halktan değil, en yakınlarındakilerden (generaller, yüksek bürokratlar ve ekonomiyi kumanda edenler) yani iktidarı paylaştıkları kişilerden de korkmak durumundadırlar. Otoriter liderlerin, rejimin içinde yer alanlardan duydukları korku, Belarus ve Kazakistan’daki gibi halk ayaklanmaları karşısında duydukları korkudan çok daha şiddetlidir.
Otoriter yönetimlerin işleyiş kuralları, demokratik yönetimlerinkinden farklıdır. Bu iki sistemin yarattığı her türlü sorun ve patoloji de diğerininkilerden farklı, yalnızca ilgili sisteme özgüdür. Demokratik yönetimler, politikalarını ve programlarını en azından belirli bir ölçüde, yönetilen kesimin görüşleri doğrultusunda şekillendirmek, aynı zamanda dev şirketler, sendikalar, yerleşik düzenin aydınları ve siyasetçileri gibi güçlü grupların çıkarlarına tabi kılmak zorundadırlar. Hedeflerine ulaşmak için baskı değil ikna yöntemleri kullanmaya mecburdurlar. ABD’de dış siyasete, genellikle iç siyasetteki meseleler göz önünde tutularak yön verilir. ABD Başkanı Joseph Biden, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’le müzakere ederken, bağlı olduğu Demokrat Parti’nin üyelerinin, dünyanın en büyük ülkesini yöneten bu kişi hakkındaki düşüncelerinin yanı sıra, Cumhuriyetçi Parti’nin ısrarlı, inatçı muhalefetini de hesaba katmak zorundadır.
Oysa Putin, oligarşik, askerî ve siyasi seçkinlerin üstün çıkarlarını sağlama alırken, kamuoyunu tamamen olmasa da bir noktaya kadar gözardı edebilir (tamamen edemez, çünkü örneğin, 2018’de, emeklilik yaşının yükseltilmesini öngören reform paketinin, sıradan halkın yüksek sesli protestolarıyla karşılaşması gibi durumlar söz konusu olabiliyor). Otoriter yönetimler, ikna yerine baskı yöntemleri kullanma konusunda demokratik yönetimlere kıyasla daha özgür olsalar da, bu mutlak bir özgürlük değildir; onlar bile, halkla yaptıkları “Siz bizim yönetmemize ve hatta zengin olmamıza izin verin, biz de üzerimize düşeni yapıp güvenliği sağlayalım, ülkeyi savunalım ve becerebilirsek halkın varlığını ve refahını yükseltelim” gibi bir toplumsal sözleşme çerçevesinde iş görürler.
Çin Komünist Partisi’nin de, Çin halkıyla böyle bir anlaşma yaptığı ve bu anlaşmanın gayet verimli olduğu görülüyor. Pekin rejimi, ülkenin 1,5 milyara yaklaşan nüfusunun büyük bölümünü yoksulluktan kurtardı, modern bir tüketici ekonomisi geliştirdi ve kenarda kalmış, küçük düşmüş bir durumda olan Çin’i, ABD’nin tanıdığı ve çekindiği bir süper güç hâline getirdi. Fakat Çin’in komünistleri, Sovyetler Birliği’ndekine benzer bir dağılmayla karşı karşıya kalma endişesiyle, kapitalist çizgide ekonomik gelişime öncelik verirken, bir yandan da liberal demokrasi yönündeki her türlü eğilimi sert bir şekilde bastırma ve sindirme kararı aldılar. Reformcu Deng Şiaoping’in gözünde, 1989 Haziranı’nda Tiananmen Meydanı’nda yapılan vahşi katliam, ekonomiyi ve toplumu tekrar şekillendirmeye yönelik radikal bir program başlatırken, partinin iktidarını korumak açısından elzemdi.
Aynı dönemde Sovyetler Birliği’nin başında bulunan Mihail Gorbaçov ise askerî güç kullanmaktan kaçınarak, aynı anda hem ekonomide liberalleşmeyi hem de demokratikleşmeyi tesis etmeye çalıştı ama sonuçta gücünü yitirdi ve ülkesinin yıkılışını izlemekten başka bir şey yapamadı. Pekin, bundan bir ders çıkardı. Çin’in mevcut lideri Şi Cinping de, büyük bir otoriter devletin yönetimde ipleri gevşetip sokaktaki insana söz hakkı tanıması üzerine olup bitenleri aklından çıkarmıyor.
Putin’in korkuları
Vladimir Putin de aynı hafızayı taşıyor ve iki büyük korkuyla yaşıyor. Birincisi; sıradan halk tarafından yapılan, suni olduğuna ve Batılı düşman güçlerin körüklemesiyle yaşandığına inandığı ‘renkli devrimler’in, ülkesinin istikrarını tehdit etmesinden çekiniyor. Bu yüzden, komşu Belarus ve Kazakistan gibi eski Sovyet cumhuriyetlerindeki ve başka ülkelerdeki otoriter liderlere destek veriyor. Kuşatma altında, küçük bir ülke olan Ermenistan’da birkaç yıl önce yaşanan demokratik devrime göz yummuş olsa da, halkın sokağa dökülmesinden hoşlanmıyor. Ermenistan’da görece barışçıl ve kansız bir ‘kadife devrim’e öncülük eden popüler demokrat lider Nikol Paşinyan, Kremlin’e, başında bulunduğu hareketin Rusya karşıtı değil yolsuzluk karşıtı olduğu konusunda tekrar tekrar teminat verdi. Bunun üzerine Putin, oligarşi karşıtı hareketi istemeden de olsa kabul etti fakat 2020 yılının sonbaharında Ermenistan ile Azerbaycan arasında savaş patlak verdiğinde, Türkiye ve İsrail’e ait insansız hava araçlarıyla Ermeniler öldürülüp Bakü’nün zaferi garanti altına alınırken, Rusya Karabağ ve Ermenistan’a el uzatmayıp, olanlara seyirci kaldı. Böylece, Rusya’nın çıkarlarına boyun eğmesi gerektiğini acı bir dersle öğrenen Paşinyan, kısa süre önce Kazakistan’da yönetimden hoşnutsuz kesimlerin aniden ayaklanması üzerine, –altı eski Sovyet ülkesinin oluşturduğu, NATO’nun Rusya hâkimiyetindeki muadili olan– Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü’nün şu anki başkanı olarak, ayaklanmayı bastırmak için ülkeye asker gönderilmesine derhal izin verdi.
Putin’in diğer büyük korkusu ise, Batı’nın Rusya’yı, Batı yanlısı, silahlı, müttefik NATO ülkelerinden oluşan yeni bir Demir Perde’nin ardında tutarak frenleme konusunda kararlılık göstermesi. Putin, gayet anlaşılır nedenlerle, özellikle ABD’nin, Rusya’nın zayıf olmasını ve Batı’nın etkisinin Ukrayna ve diğer eski Sovyet ülkelerine uzanmasını istediğini düşünüyor. Büyük Güçler 20. yüzyılda iki kez, Rusya’yı Avrupa’nın dışına, Asya’ya itme girişiminde bulundu. Rusya, iki dünya savaşında feci insani ve maddi kayıplara uğradı ama her ikisinin ardından da ayağa kalkıp yeniden ‘büyük güç’ hâline geldi. Putin Rusya’nın, askerî ve iktisadi açıdan Batı’ya kıyasla zayıf ama kendi bölgesinde yani eski Sovyet alanında görece güçlü bir devlet olduğunu biliyor. Askerî güç gösterileriyle Batı’yı NATO’nun daha fazla genişlememesi gerektiğine ikna etmeye, Ukrayna’nın Rusya karşıtı ittifaka kabul alınmayacağı konusunda Avrupa ve Amerika’dan söz almaya ve Doğu Avrupa ülkelerine yerleştirilmiş roketler ve diğer silahların azaltılmasını ya da geri çekilmesini sağlamaya çalışarak, dünyanın her yerinde manşet oluyor. Rusya’yı kendi bölgesinde yeniden hâkim kılmakta kararlı olmasına kararlı ama, benim ‘otokrasi tuzağı’ olarak adlandırdığım bir çıkmaza girmiş durumda.
Diktatörlerin açmazı
Otoriter liderler, birtakım sıradışı yalıtılmışlık ve bağımlılık biçimlerinden muzdariptirler. Çeşitli kaynaklara dayalı haber akışının ve alışverişinin uzağındadırlar; kendi ülkelerine ve kendi halklarına dair bilgiden soyutlanmış hâlde, uzaktan yönetirler. Haberler yukarı genellikle emniyet güçleri aracılığıyla ve liderin etrafını sarmış avanelerinin süzgecinden geçerek, yavaş yavaş çıkar. Bu çarpıtılmış bilgiye farklı görüşler öne sürülerek itiraz edilmesi pek mümkün değildir. Değişmekte olan bir dünyanın barındırdığı karmaşıklık, revizyona, değişime direnen, katılaşmış, yalınkat gerçeklik algılarına sıkıştırılır. O noktada, muhafazakâr, milliyetçi, yabancı düşmanı, hatta paranoyakça görüşler hâkimiyet kazanabilir ve bu görüşler, dünyada olup bitenlere basit, indirgemeci açıklamalar getirerek tahrip potansiyeli yüksek, hatalı adımlar atılmasına neden olabilir.
Diktatör olarak görülen ve kendini öyle gören otokratlar, aslında çevrelerindeki kişilere bağımlıdırlar. Yalnızca hükmettikleri halktan değil, en yakınlarındakilerden (generaller, yüksek bürokratlar ve ekonomiyi kumanda edenler) yani iktidarı paylaştıkları kişilerden de korkmak durumundadırlar. Otoriter liderlerin, rejimin içinde yer alanlardan duydukları korku, Belarus ve Kazakistan’daki gibi halk ayaklanmaları karşısında duydukları korkudan çok daha şiddetlidir; rejimin içindekiler tarafından alaşağı edilmeleri, bu tür ayaklanmalar nedeniyle iktidarı yitirmelerine kıyasla çok daha yüksek bir olasılıktır zaten. Yale Üniversitesi’nden siyaset bilimci Milan Slovik’in ortaya koyduğu gibi, “diktatörlerin çok büyük bir çoğunluğunun iktidarını elinden alan, dışarıdaki kitleler değil, başkanlık sarayının içindekilerdir.” Svolik, “Otoriteryen siyaset, ihanetin ve şiddetin gölgesinde hayat bulur” diyor. Otoriter liderler, kimi zaman, altındakilerden ve etrafındakilerden duydukları korkuyla, iktidarı paylaşmak yerine kişisel otokrasiye yönelirler. Kişisel otokrasi, başkalarına bağımlılığı azaltan ama yalıtılmışlığı, ve baskı yöntemlerinin kullanımını yoğunlaştıran, maliyeti yüksek, devasa hataları artıran bir yönetim biçimidir. Stalin’in Büyük Temizlik sırasında ve Nazi işgalinin ilk günlerinde yaklaşan felakete dair işaretleri nasıl yanlış yorumladığını, Mao Zedong’un Büyük Atılım ve Kültür Devrimi dönemlerinde ne kadar büyük hatalar yaptığını hatırlayın.
Umut nerede?
Demokrat liderler ise günlük gelişmeleri fazlasıyla yoğun bir şekilde takip eder, söylenen her şeye çok fazla kulak verirler. Kanaatlerdeki beklenmedik değişimler ve dalgalanmalarla yakından ilgilenirler. Yurtdışındaki ve yurtiçindeki muhaliflerin, bir kez oluşturuldu mu değiştirilmesi çok güç olan kalıp yargılarıyla başa çıkmak zorundadırlar. Demokratik siyasi sistemler yürütmenin gücünü sınırlandırırlar; otoriter eğilimlerin önüne geçilmesinde genellikle etkili olan bu sınırlama, bir yandan da –bugün Amerikan sisteminin belini bükmekte olana benzer– siyasi felçlere yol açabilir. Böyle durumlarda, reform son derece büyük ve acil bir ihtiyaç olsa bile imkânsız hâle gelir. Demokrasilerin, yüksek bedelli, devasa hatalara karşı da bağışıklığı yoktur. ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan beri girdiği ya da başlattığı, milyonlarca insanın hayatına mal olan savaşları düşünün. Dünyanın, kendi sınırları dışında en fazla ölüme neden olan ülkesi, Rusya ya da Çin değil, muhtemelen ABD.
Diğer yandan, demokrasilerin normal işleyişinde toplumsal ve siyasi bölünmelerle, uyuşmazlıklarla çokça karşılaşılmakla birlikte, genellikle, yanlış yönlere sapmış politikaların düzeltilmesini teşvik eden bir bilgi akışı da vardır. Özgür basın, toplanma ve protesto etme hakkı ve halkın tercihlerini gerçekten ortaya koyan seçimler, birtakım avantajlar ve kazanımlar sunar. İçinde bulunduğumuz çağda yönetimlerin elinde bulundurduğu büyük güç ve sergilediği gaddarlık göz önünde bulundurulduğunda, devrimlerin artık mümkün olmadığı söylenebilir. İnsansız hava araçları, karşı konması çok zor, korkunç silahlar; asker-sivil ayrımı gözetmeden yürütülen hava savaşları ise, insanlık suçu olarak mahkûm edilmesi gereken birer tercih. Ne yazık ki birçok ülkede, hem otoriter liderler ve otoriterlik taraftarlarının, hem de egemen konumlarını korumak isteyen demokratların ellerinde böyle dehşet verici silahlar var. Tek umut, daha aydın ve insancıl bir kesimin, liderlerini etkilemesi ve şiddet araçlarına kısıtlama getirilmesini ve yönetimde baskıdan çok ikna yöntemlerinin kullanılmasını sağlamaları. Görünen o ki, otoriteryanizm ile demokrasi arasında bir seçim söz konusu olduğunda, sıradan halkın söz sahibi ve sokağa dökülmeye hazır olduğu yerlerde bu umudun yaygınlaşıp galip gelmesi olasılığı daha yüksek.
(İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz)