Diran Bakar’ın nüfus müdürlüğünde kayıtlı olduğu cilt numarası aynen şöyle yazılmıştı: “3 Yabancı”… Yani bu devlet, vatandaşlarının bir kısmını kaydettiği defterleri diğerlerinden ayırmış; ayırmakla da kalmayıp bir de onları “yabancı” olarak kodlamış. Kodladığı defterlere de sayı vermiş. Yabancı 1, 2, 3…
Hrant’ın zor meseleleri var ve meselesini dert edinenlerden o. Derdini içine gömerek yaşayanlardan, acısıyla avunanlardan değil. Acısını vakarla sırtlayıp kendini, atalarının haklarını savunarak geleceğin inşasına, dönüşmeye ve dönüştürmeye adayanlardan.
Kuşkusuz dert önemlidir ama mayınlı bir tarlada ki onun deyimiyle ‘bıçak sırtında’ o derdi ifade edebilecek dil daha da önem kazanır. Hrant’ın dili, derdinin, acısının büyüklüğü oranında gelişmiş; en katı kalplere dahi kolaylıkla ulaşabiliyor. Yine onun deyimiyle kendi lügatini kendisi yaratıyor. Sevgili Ümit ‘Hafıza Yetersiz’ belgeseli ile onu lügatiyle, duygusuyla, derdiyle bize taşıyor.
Ondan çok şey öğrendik ve öğrenmeye devam ediyoruz. İçten içe çürüyen hastalıklı bir toplumuz. O bize hastalıklarımızdan nasıl kurtulacağımızı, barışçıl bir geleceği nasıl kuracağımızı, farklılıklarımızla bir arada barış içinde nasıl yaşayabileceğimizi gösteriyor.
“Benim esas sancım” diyor, “bu topraklarda 3.000.000 nüfustan cumhuriyete geçerken 300.000 olduk. O üç yüz bini de tükettiler, tükettiler, atalarımın ürettiğini de tükettiler.”
“Anadolu’nun her yerinde üç milyonu aşkın bir kültür yaşıyorduysa ve eğer bugün bunlar yoksa biraz da tarihi ‘niye yok bunlar’ diye okumak lazım. İyi ki yok diye değil” diyor.
Yarayı gösteriyor Hrant. Zira yara nereden açılmışsa çözüm için önce orayı görmek gerekir. Yaranın nereden açıldığını görmeye davet ediyor ki çözümü bulabilelim.
Bugün mutlu olmamızın, geleceğe dair umutlu olmamızın yolu aslında yaranın yol açtığı devasa kaybın yasını birlikte tutmaktan geçiyor. Hrant Dink’in en çok vurguladığı, hepimize verdiği en önemli derslerden biri bu.
Bir de “yabancı vurgusu ve mütekabiliyet içinde değerlendirilmek” onu çok acıtıyor.
“Üç bin yıldır bu topraklarda yaşıyorum, yabancı falan değilim…” diyor ve bunu derken bu tanımlamanın kendisini nasıl da incittiğini, dile getiriş biçiminden, sesinin tınısından, bakışlarından anlamamak mümkün değil.
“Seçimlerde oy veriyorum, milletvekili seçiyorum. Gidiyor mecliste bana küfrediyor. Yabancı diyor. Beni mütekabiliyet kavramı içinde değerlendiriyor” diyor, sesi titriyor.
Meselenin esası: Yabancı sayılmak
Meselenin kökündekine, esasen tam da özüne işaret ediyor Hrant.
TC vatandaşı kimliğine sahip olduğu halde yabancı sayılma ve mütekabiliyetin konusu yapılmanın saçmalığına demeyeceğim, zalimliğine dikkat çekiyor.
Vatandaş, mütekabiliyetin konusu yapılabilir mi, yani yabancı sayılabilir mi?
Bu hukuken mümkün değildir, aksine önemli bir hakkın, vatandaşlık hakkının, yurttaşlık hakkının ihlalidir ve esasen suçtur. Ama devletin kendisi bunu yapıyor ve toplumun önemli bir kesimi de buna ortak oluyor.
Peki, kimdir ‘Yabancı’?
6458 sayılı (Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu) Kanun’un 3/ü maddesine göre; Yabancı: Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile vatandaşlık bağı bulunmayan kişidir.
Yabancılar hukuku, bir devletin ülkeye gelen yabancılar için uyguladığı kanunların oluşturduğu hukuk dalıdır. Milletlerarası Hukukun bir parçası olarak ayrı bir disiplindir ve hukuk fakültelerinde ayrı bir ders olarak okutulur.
Yabancılar hukuku genel anlamda mütekabiliyet ilkesine dayanır, Yabancılara Türkiye'de uygulanacak olan hukuk kuralları, yabancının vatandaşı olduğu ülkeye göre farklılık göstermektedir. İki ülke arasındaki mütekabiliyet sözleşmesine göre değişir kurallar.
Bu durumda kişi, hem vatandaş ve hem de yabancı olamaz elbette.
Sadece uygulamada böylesi saçmalıklarla uğraşılıyordur demeyin. Bu ülkenin kanunlarında, yönetmeliklerinde, hukuk fakültelerinde okutulan ders kitaplarında, Yargıtay kararlarında; Müslüman olmayan vatandaşlar resmen ve alenen yabancı olarak tanımlamakta ve bunun doğal sonucu olarak mütekabiliyetin konusu yapılmaktadırlar.
Nüfus kütükleri de ayrıdır ve soy kodu ile işaret edilmişlerdir.
Her zaman saygı ve sevgi ile yâd ettiğim Ermeni dostum avukat Diran Bakar’a, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okutulan Yabancılar Hukuku ders kitabımızın, ülkedeki “Yabancı Gerçek Kişiler” başlıklı bölümünde sayılanlar arasında “azınlıklara” bir alt başlık olarak yer verildiği sayfayı gösterdim. Bu bölümde Lozan Antlaşması hükümleri ve ülkemizdeki Müslüman olmayan azınlıklar anlatılıyordu. Baktı acı acı gülümsedi ve “Dur ben sana nüfus cüzdanımı göstereyim” dedi ve nüfus cüzdanını getirip gösterdi, gözlerime inanamadım.
Diran Bakar’ın nüfus müdürlüğünde kayıtlı olduğu cilt numarası aynen şöyle yazılmıştı: “3 Yabancı”…
Nüfus kütüğünde yabancı olmak
Yani bu devlet, vatandaşlarının bir kısmını kaydettiği defterleri diğerlerinden ayırmış; ayırmakla da kalmayıp bir de onları “yabancı” olarak kodlamış. Kodladığı defterlere de sayı vermiş. Yabancı 1, 2, 3…
Ancak bu durumun, bir yönetmelik hazırlığı sırasında bazı karışıklıklara yol açacağı düşünülmüş ki; yeni bir kavram üretilmiş! Şöyle ki; bir kere, başka ülke vatandaşı yabancılar var bir de burada içeride olan yabancılar. Bir karışıklığa sebebiyet vermesin, bunları birbirinden ayıralım diye yaratılan tanımı sanırım hepiniz biliyorsunuzdur. “Yerli Yabancılar”
Yönetmelikte yer verilen tanımın doğrusu şöyle; “memleket içindeki yerli yabancılar (Türk tebaalı)!...
Oy birliğiyle alınan Yargıtay kararlarını, Hukuk Genel Kurul kararını artık hemen herkes biliyor. Bir de üzerinde pek de durulmayan Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu kararı var. 1987 tarihli. Azınlık vakıflarının bir sorunuyla ilgili olarak mütekabiliyete uygun çözüm öneren.
Bu kararların hepsi ‘oybirliği’ ile alınmıştır. Bu ülkenin koca koca yargıçları, hukukun en temel ilkelerini tepe tepe çiğnediler, hiç sorgulamadan ve hiçbir rahatsızlık duymadan.
Son zamanlarda artık “yabancı” ya da “yerli yabancı” terimleri kullanılmasa da, ‘soy kodunu kaldırdık’ deseler de sorun yerli yerinde duruyor: Mesela 5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu halen yürürlükte. Bu kanunun 5/c) maddesinin başlığı Azınlık Okulları ve aynen şöyle:
“23/8/1923 tarihli ve 340 sayılı Kanuna bağlı Antlaşmanın 40 ve 41 inci maddeleriyle ilgisi bulunan okulların özellik göstermesi gereken hususları yönetmelikle tespit edilir. Bu yönetmelik, ilgili ülkelerin bu konulardaki mütekabil mevzuat ve uygulamaları dikkate alınmak suretiyle hazırlanır.”
Bütün bunlardan ve bu kanunun “ilgili ülkeler” ibaresinden anlaşılan odur ki, Müslüman olmayan vatandaşlar, o “ilgili ülkelere” karşı kullanılacak koz ve rehine olarak görülmektedir.
Vatandaş Kimdir?
Mevcut Anayasaya göre; “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.”
Bu etnik vurgu nedeniyle vatandaşlık tanımı sorunludur. Oysa Vatandaşlık tanımının her türlü etnik, dinsel ve kültürel ‘imalardan’ dahi arındırılmış olması gerekmektedir.
1924 Anayasası’ndan başlayarak bu ülkenin bütün anayasalarında vatandaşlık, bir ortaklaşma unsuru değil, bir ayrıştırma unsuru olarak tanımlanmıştır. Vatandaşlık, soya sopa, ırka atıfla tanımlandığından bir özde vatandaşlardan, bir de sözde vatandaşlardan söz edilebilir.
Bu konuda şöyle diyor Hrant: “Yeri geldiğinde Türküm dedirteceksin, yeri geldiğinde Ermeni dölü diyeceksin, ya seveceksiniz, ya terk edeceksiniz diyeceksin.”
Müslüman olmayanların Türklüğü vatandaşlık itibarıyla bir Türklük olduğundan, gerçek Türklerin, özde Türklerin sahip olduğu haklara sahip değildirler.
Anayasa Mahkemesinin, kararlarında yer verdiği şu absürd betimlemesiyle; “sınırlı haklar rejimine tabidirler.” Mesela devlet memuru olamazlar, askere gittiklerinde rütbe alamazlar, küfür ve ayrımcı muamele mubahtır, hatta “en ufak bir merhamet kırıntısını dahi hak etmeyen haindirler, düşman”dırlar.
Bu tanım ve bu anlayış geçerli olduğu yıllar boyunca ayrımcılık, pogrom, asimilasyon, arındırma ve imhaya neden olmuş ve ülkede Müslüman olmayanların sayısının birkaç binlere düşmesine yol açmıştır.
Eşit yurttaşlık ve eşit muamele görebilme hakkına sahip olmak istiyor Hrant, yani yasamanın, yürütmenin, idarenin ve yargının karşısında eşit olabilme ve eşit muamele görebilme hakkına sahip olmak istiyor.
Çünkü bu hakka sahip değil.
Tam da burada Thomas Mann’dan bir alıntı yapmak isterim:
Thomas Mann “Modern demokratik bir sistemde, eğer demos bir etnik kimlikle tanımlanırsa, söz konusu rejimdeki etnik olarak azınlık durumunda olan diğer unsurlar her zaman yok edilme riski ile karşı karşıyadır. Dolayısıyla demokrasiye geçiş sürecinde olan yerleşik koloniler ve rejimler istikrarlı otoriter rejimler veya kurumsallaşmış demokrasiler tesis etmek yerine yok edici bir etnik girişiminde bulunabilirler. Zaten bu tür rejimler hiçbir biçimde demokratik karaktere sahip olamazlar.”
Foti Benlisoy’un sözleriyle; “Müslüman olmayan topluluklar, özellikle Rum ve Ermeniler kök ya da baş ötekilerdir. Ulusal topluluğa dışsallığı mutlaktır”
Gerçekten demokrasi istiyor muyuz?
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım; gerçekten demokrasi istiyor muyuz? Demokrasinin önündeki en büyük engellerden birinin Anayasadaki vatandaşlık tanımı ve bunun izdüşümü zihniyetlerimiz olduğunun farkında mıyız?
Anayasa, yasa yaparken, yasal düzenlemeleri uygularken, mahkeme kararlarına imza atarken, günlük hayatımızda konuşurken, yazarken, bakışlarımızla bu ülkenin Müslüman olmayan bireylerine ne türden şiddet biçimleri ürettiğimizin ve uyguladığımızın farkında mıyız?
Karabağ’da yaşanan her gerginlik ve son savaş sırasında, bu ülkenin Ermenilerine, çocuklarına nasıl bir şiddet uyguladığımızın farkında mıyız?
İzninizle burada Delal Dink’in, beni çok etkileyen yazısından bir bölüme yer vermek istiyorum:
“Birkaç yıl sonra yine Karabağ’da bir gerginlik olduğunda liseye gidiyordum. Okul dönüşünde bindiğim trenin vagonunda Ermenileri ‘gebertmenin’ sevap olduğuna dair bir yazı vardı. Yazıya gözüm iliştiğinde kafamı indirmeye çalışırken aynı yazıyı okuyan bir adamla göz göze geldim. O vagonda ‘Tanrım, lütfen üstümdeki okul üniformamdan Ermeni olduğumu anlayıp bana bir şey yapmasınlar’ diye düşünerek kaç dakika gittiğimi bilmiyorum. Eve nasıl vardığımı bir ben biliyorum.”
Bu çocuğa, bu çocuklara yaşattığımız şiddetin farkında mıyız? Yeni “mama” demeyi öğrenen minik Ermeni’ye ikinci olarak, bunu dışarda söylememesi gerektiğini öğretmek zorunda kalan anneye, babaya ve minik yavruya nasıl bir şiddet uyguladığımızın farkında mıyız?
Yüzleşmeyi bizim dışımızdakilerden istiyoruz dostlar.
Devlet mecbur kalmadıkça yüzleşmez.
Bize sunulan imtiyazların konforundan taviz vermeye hazır mıyız?
İçinden geçilemeyen acıların, tutulamayan yasların bizi korku, öfke ve şiddet sarmallarına nasıl hapsettiğini yıllardır deneyimliyoruz. Çok acı biriktirdik, bu acılara her gün yenileri ekleniyor.
“Bu çözümsüzlüğü nasıl aşarız” diyor Hrant ve kendisi cevap veriyor: “Bellek değiş tokuşu, konuşma, diyalog, ve bunların olmazsa olmaz koşulu ifade özgürlüğü ile” “Çünkü biz birbirimizin doktoruyuz. Sen benim doktorumsun, ben senin” diyor ve çağırıyor:
Gelin önce birbirimizi anlayalım...
Gelin önce birbirimizin acılarına saygı gösterelim...
Gelin önce birbirimizi yaşatalım.”
Anısına saygıyla..
(Not: Bu metin, Hrant Dink’in avukatlarından Fethiye Çetin’in “Hafıza Yetersiz-Hrant Dink İçin Bir Film”in gösteriminde yaptığı konuşmanın yazıya dökülmüş halidir)