Bu yıl ikinci kez düzenlenen Uluslararası Mardin Bienali’nde eserleri sergilenecek olan yörenin yaşayan ruhu Nasra Şimmes, “Eski Mardin ile bugünkü arasındaki fark ne?” sorusu karşısında önce suskunlaşıyor. Ardından başını hafifçe kaldırıp torununa dönüyor: “Bilmiyorlar mı bize yapılanları? Tüm Mardin Süryaniydi o zamanlar. Birkaç ev Müslümanlara aitti sadece.”
'Herkesin pek çok kilisesi, papazı vardı. Ama her şey Ermeni sevkiyatı ile değişti. Herkes bir yerlere kaçmaya başladı.'
‘Bilmiyorlar mı bize yapılanları?’
SERDAR KORUCU
serdarkorucu@hotmail.com
Her şehir içinde hem acıyı, hem mutluluğu taşır, insanlarda da olduğu gibi. Ama bazıları bu terazinin dengesini eşit tutturamazlar kefelerinde. İşte onlardan biri de Mardin. Her gün caddelerinde düğünler yapılsa da, kıvrak sokaklarında çocuklar oyunlar oynasa da, burası hüznün yüklü olduğu, çığlıkların duvarlara sindiği, katliamların kanının hâlâ kurumadığı bir şehir...
Mardin havaalanından inip de Suriye’ye uzanan düzlüklere baktığınızda peşi sıra Anadolu’dan güneye sürülen binlerce yıllık halkları görür gibi oluyorsunuz önce. Ardından şehre girip, bir sokaktan diğerine geçtiğinizde artık Müslüman bir ailenin yaşadığı evin iç kapısındaki yerinden sökülmüş ama izi kalmış bir haça takılıyor gözünüz ister istemez. İşte bu işaret gibi yaşadığımız her şeyin izi kalıyor üzerimizde. Tabii bunlar bakan değil, gören gözler için. Zaten bundan dolayı 2. Mardin Bienali’nin ana teması “İkinci Bakış”...
Bu bienale katılanlardan bir sanatçı da en az etkinliğin kendisi kadar dikkat çekici. Mardinlilerin “Nasra Teyze” olarak andıkları Nasra Şimmes.
Nasra Teyze tek başına bir ekol aslında. Kilise perdelerinden başlayıp babasından öğrendiği sanatla Mardin’deki “basma kalıp” tekniğini devam ettiriyor. Ahşap kalıpların hepsi babasının el yapımı. Yaklaşık 150 yıllık. Yıllardır değiştirmediği fırçaları da her daim masasının üzerinde.
Yaptıkları sadece yaşadığı şehriyle sınırlı değil Nasra Teyze’nin. Dünyanın dört bir yanındaki Süryani Ortodoks Kilisesinde eserleri mevcut. Bölgeye gelen turistler onun bir eserini almadan geri dönmüyor. Ne de olsa Nasra Teyze’den sonra bu sanatı devam ettirecek fazla takipçisi yok. Ama tanıyanı çok.
Herkes tarafından bilindiği için evini bulmak zor olmuyor, ama röportaj ikimizi de yoruyor. Net konuşma süremiz en fazla 20 dakikayı bulsa da geçen süre bir saatin üzerinde. Bunun bir nedeni Türkçeye hâkim olmaması. Tercüme problemini torununu yanına alıp aşabiliyoruz. Ama asıl sorun, soru işaretlerinin onu geçmişine götürmesi.
Her sorunun yanıtının geçmişindeki acılarında saklı olduğunu iyi biliyor Nasra Teyze. Babasının Mustafa Kemal’e verdiği hediye değil benim merak ettiğim. Bu nedenle basmakalıp sözlere takılıp kalmaktansa, çoğunlukla susmayı yeğliyor. Basma kalıplarına veriyor kendini. Mesih’i, son akşam yemeğini, Havarileri çiziyor sürekli. Halbuki onun bu derin sessizliği o kadar çok şeyi anlatıyor ki! Şehrin kendisi gibi o da belli ki kefesinde mutluluktan çok acıyı taşıyor.
Mesih karşısında suskunluk
İlk olarak dünkü Mardin ile bugünkü arasındaki farkı soruyorum Nasra Teyze’ye. Ne de olsa 90’a yakın yaşı ile bu topraklardaki demografik değişimin canlı tanıklarından biri kendisi. “Bugün çok daha güzel” diyor Mardin için ama hemen ardından ekliyor, “Önceden kötüydü, üzerimizde baskı vardı. Bugün kimse bizi rahatsız etmiyor.”
“Sizin hatırlamadığınız babanızın dönemindeki Mardin ile bugünkü arasındaki fark nedir?” dediğimdeyse önce suskunlaşıyor. Kendini veriyor Mesih’i resmetmeye. Ardından başını hafifçe kaldırıp torununa dönüyor: “Bilmiyorlar mı bize yapılanları?”
Tekrar yüzünü Mesih’e döndürüp başlıyor geçmiş günleri anlatmaya: “Tüm Mardin Süryaniydi o zamanlar. Birkaç ev Müslümanlara aitti sadece. Bu nedenle herkesin pek çok kilisesi, papazı vardı. Ama her şey Ermeni sevkıyatı ile değişti. Herkes bir yerlere kaçmaya başladı.”
Tehcir, katliam, soykırım, büyük felaket.. Nasra Teyze 1915’te yaşananı “sevkıyat” olarak niteliyor Arapça kullanımındaki gibi. O dönemde yaşananları sormaya kalkıyorum, babasının anlattığı hikâyeleri dinlemek istiyorum ama nafile. Torunu giriyor araya, “Hikâyeleri var ama anlatacağını sanmam” diyor. Yine de diretiyorum. Bu kez Nasra Teyze’den açık yanıt geliyor: “Yok anlatmayacağım. Ben görmedim öyle şeyleri. Her şey ortada zaten. Bilinen şeyler bunlar...”
Neden bu kadar hassas olduğunu anlıyorum elbet. Ne de olsa 1915 sadece Ermeniler için değil, Süryaniler için de bir yok oluşun miladı. Bu dönemde geniş ailesi, akrabaları parçalanmaya başlıyor. Erkek kardeşi 3 aylık yolculukla Brezilya’ya gidiyor. Bazısı ABD’ye taşınıyor, bazısı kutsal şehir Kudüs’te, bazısıysa sadece sınırı geçip Suriye’de buluyor özgürlüğü. Süryani Ortodoks Patrikhanesi’nin de mecbur kaldığı gibi...
Ama o akrabalarının boşaltmak zorunda kaldıkları evlere baka baka genişletmiş ailesini. Kim bilir belki çocukları bir gün onların boşluğunu doldurur diye. Anıları canlanıyormuş sokaklardan her geçişinde. Kiliseye giden yoldaki tüm evleri “Bu halamın, bu amcamın eviydi” diye tarif ediyormuş torunlarına. Hislerini şöyle ifade ediyor torunu: “Hepimiz bu burukluğu yaşıyoruz. Kimse gitmese her yerde Süryaniler olacaktı. Ama yine de iyiyiz.”
Bu aile Mardin’de yaşamak için mücadele etmiş. Özellikle de Nasra Teyze. Anne-babası gibi inat etmiş bu topraklarda kalmaya. Hepsini tek tek ziyaret etmesine rağmen ne ABD’ye, ne İsveç’e gitmiş. Tüm tanıdıkları ona “Burada kal” dese de “Yerimiz güzel, asla burayı bırakmam. Ben toprağımda kalacağım. Burada doğdum, burada öleceğim” demiş.
‘Türküz Allaha şükür’
Atlattıkları badireler saymakla bitmez Nasra Teyze ve ailesinin. Ağzını bıçak açmazken torununa çeviriyor gözlerini. Adeta işaret diliyle anlaşıyorlar birbirleri ile. Onun suskunluğunu tornu devam ettiriyor sözleriyle:
“Biz küçükken bazı olaylar yaşadık. Eskiden kiliseye giderken ardımızdan taş atarlardı, döverlerdi bizi. Babaannemin döneminde yaşananlar tabii ki çok daha ağırdı. Çocukken çok korkardık. Ama şimdi çocuklarımız her yerde. Rahatlar, sorunları yok”.
90’lı yıllarda Süryaniler için merkezde problem olmasa da Mardin’in köylerinde saldırılar olmuş. Faillerin bulunmaması, ihalenin hep karanlık ellere devredilmesi cemaatin bir kısmının gözlerini korkutmaya yetmiş. Bu süreçte de gidenler olmuş elbet.
En sonunda eve ilk girdiğim andan itibaren aklıma takılan o soruyu soruyorum kendisine: Neden Mardin’de caddenin üzerinde bir tek onun evinin önünde ay-yıldız var?
İlk olarak torunu yanıtlıyor soruyu. “O tercih meselesi herhalde. Biz her zaman devletimize, ülkemize sahip çıkıyoruz. Türküz Allah’a şükür.”
Ardından soruyu Arapçaya çevirip Nasra Teyze’ye yönelttiğinde ilk kez bu kadar hızlı yanıt alıyorum: “Babamdan kalan bir ay – yıldız bu. Biz Türk’üz. O çoktandır kapıda var. Biz bayrağımızın sembolünü taşıyoruz. Çünkü biz bayrak altında yaşıyoruz.”
Evinin kapısındaki ay-yıldız, dilinde sürekli tekrarladığı “Biz Türk’üz” ifadesi bile çok şey anlatmıyor mu anlayana?
ŞEHRE VE TARİHE ‘İKİNCİ BAKIŞ’
İkinci kez bakmak bu toprağın insanlarına hep tehlikeli geldi yüzyıllar boyunca. Gözlerini ileriye dikmek istediler, arkalarına bakmamaya, geçmişi çok da kurcalamamaya gayret ettiler. Belki geçmişte gördükleri ile yaşamak zordu, onları omuzlarında sırtlamak ağır geliyordu. Belki de Ortadoğu’da doğan üç dindeki ortak anlatıda yer aldığı üzere Lut Peygamber’in eşinin akıbetine uğramamak için tercih ettiler bu yolu. Mâlum, şehri saran felaketten kurtulmak için Lut Peygamber ve ailesinin arkalarına bir daha bakmaksızın yola çıkmaları gerekiyordu. Ama Peygamber’in eşi dayanamamış ve yıkılan şehrine ikinci kez baktığındaki taşa dönüşmüştü.
Nedeni her ne olursa olsun bu tabu bugünlerde Mardin’de yerle bir oluyor. Dinlerin buluştuğu bu şehirde bu yıl ikincisi düzenlenen Uluslararası Mardin Bienali “ikinci bakış” teması üzerine kurulu...
Bienal hem sanat eserlerine hem de kendisi bir şaheser olan Mardin’e ikinci kez bakmamızı sağlıyor. İlk seferinde görmediğimiz, gözümüzden kaçan ayrıntıların altlarını çiziyor, daha okunaklı kılıyor biz meraklıları için.
Bienalin ana merkezi, bir Süryani eseri olan Tokmakçılar Konağı. Bugün içi boş, kullanılmaz durumda. Bu bina bienal ile on yıllar sonra yeniden hayat buluyor, her odasından bir kez daha sesler yükseliyor. Direktörlüğünü Döne Otyam’ın, küratörlüğünü ise Paolo Colombo ve Lora Sarıaslan’ın yaptığı bienal, 21 Ekim’e kadar 8 ayrı noktada 30 sanatçının farklı dallarda sanatlarını sergilemesine imkân sağlıyor. Bu sanatçılar arasında dünyanın dört bir yanından gelen isimler var. Mona Hatoum, Hrair Sarkissian, Hiraki Sawa, Latifa Echakch, Edy Ferguson, Anri Sala, Eleni Panouklia, Seyit Battal Kurt ve Fatih Akın bunlardan birkaçı... Bir de bölgenin önde gelen bir sanatçısı yer alıyor bienalde. Basma kalıp sanatında bir ekol olan Nasra Şimmes... Küratör Lora Sarıaslan ile bienalin içeriğini konuştuk.
• Mardinliler bienalde “Nasra Teyze” dedikleri Nasra Şimmes’in de bulunmasını nasıl karşıladı? Komşuları onun sanat dünyasındaki kıymetinin farkındalar mı?
Bienal sırasında Mardinlilerin “Bu eser Nasra Teyze’ninmiş” dediklerini duyduk sıklıkla. Sonuçta burada yaşayan herkes onu tanıyor. Ama mesela pazardaki insanlar onun hiçbir ürününü belki de bugüne kadar görmemişlerdi. Bu hem ilginç hem de üzücü bir şey. Nasra Şimmes inanılmaz bir kadın. Gencecik insanlara taş çıkartan bir enerjisi ve parıltısı var ama onun bu değerini bilemeyenler var. Bu nedenle bienalde yer alması benim için çok önemli. Kişisel olarak da sanatsal olarak da isteğim şu: Ziyaretçiler bu sergi aracılığı ile bu kadına o parıltıyı neyin verdiğini görecekler.
• Peki tepkileri nasıl oldu? Sonuçta Nasra Şimmes’in eserlerinin çoğu Hıristiyan motifleri içeriyor. Çok dinli, çokkültürlü bu şehirde Mardinliler onun eserlerine nasıl yaklaşıyor?
Eserlerini severler ya da sevmez o ayrı bir konu. Ben her zaman bu durumu yemeğe benzetmişimdir. İster beğensinler ister beğenmesinler, önemli olan bizim onların önüne o tabağı koymamız.
• Uluslararası bienalin içinde Nasra Şimmes’i de eklemeniz sergi içinde dün ile bugünü, yerel ile evrensel arasında bağ kurmak için miydi?
Bizim yapmak istediğimiz şu: Mardin’deki sanat eserlerini yaratanlar gibi getirdiğimiz eserleri de yapanlar aynı. Hepsi insan. Tarihsel, mekânsal, kültürel olarak değişebilirler. Ama sanatçıları bunların içine koyamazsınız. New York’ta eser üreten sanatçı ile Nasra Hanım’ı birbirinden ayıramazsınız.
• Fakat Nasra Şimmes’in özellikle de Mardinliler üzerindeki etkisi daha da farklı olmuyor mu?
Nasra Hanım’ın eserlerini görenler “Bizim evde de var böyle şeyler” diyor. Aslında bizim tam da yapmak istediğimiz bu. Akşam eve giderken, yolda yürürken ufkunu aç ve her şeyin güzelliğinin farklılığını gör. O nedenle temamız “ikinci bakış”. İlk baktığınızda bazen görmeyebiliyorsunuz. Ama ikincisinde fark edebiliyorsunuz. Herkes hayata ikinci bir bakış atmalı.
• Bu ikinci bakışın en büyük merkezi ise eski bir Süryani Konağı. Bu mekânı seçmenizdeki amaç neydi?
Konağın ruhu hepsinden biraz daha farklı. Bir yandan kendisi zaten sanatsal bir çalışma öte yandan mekânın kendisinin de size verdikleri var. Sanatçılarla bu nedenle yaşanmışlıklar ve geride kalanlar üzerinden çalıştık. Gerisi gelen ziyaretçilerin otobiyografilerine kaldı. Ya burası onlar için çok daha renkli olacak ya da her yeri siyah beyaz görecekler.