Zaven Biberyan’ın "Meteliksiz Aşıklar" romanı 1950’lerin sonlarında bir aşk hikayesi etrafında Ermeni bir ailenin iç çatışmalarına yakından bakarken Ermeni toplumunun siyasi iktidarla ilişkilerine ve kendi içindeki bildik sorunlarına da ışık tutuyor. Romanı okuyunca “65 yıldır ne değişti, ne değişmedi acaba?” diye düşünüyor insan..
Ermeni edebiyatının önemli isimlerinden Zaven Biberyan’ın 1962 yılında Marmara Gazetesi Matbaası’nda ‘Angudi Siraharner’ ismiyle Ermenice basılan romanı, Aras Yayıncılık tarafından 'Meteliksiz Aşıklar' ismiyle ve Natali Bağdat’ın usta işi çevirisiyle Türkçeye kazandırıldı. Aras Yayınları geçtiğimiz haftalarda Ermenice orijinal kitabın yeni baskısını da yayınlamıştı. Dolayısıyla Ermenice bilen okurlar dilerlerse karşılaştırmalı bir okuma ya da yapabilirler.
Türkçe baskının girişinde Marc Nichanian’ın hem bu romana, hem de Biberyan’a dair kapsamlı bir edisyon-kritiği yayınlanmış vaziyette. Fakat ben yine de büyük bir merakla, su içer gibi okuduğum bu roman üzerine birkaç kelam etme ihtiyacı hissetim. Bu yazı elbette romanın giriş, gelişme ve sonuç bölümlerine dair ipuçları barındıracak, dolayısıyla henüz romanı okumamış ve önceden bu tür ipuçları öğrenmeyi sevmeyen okurlarımız yazının bu kısmında başka bir sayfaya atlayabilirler, yapacak bir şey yok.
Bir ailenin çöküşü
Roman bir yaz mevsimi boyunca lise son sınıf öğrencisi Sur’un kendisinden birkaç yaş büyük sevgilisi Norma ile yürütmeye çalıştığı ilişki etrafında ilerliyor. Ancak usta romancı Biberyan ön plandaki bu motifin arkasına, manevi ilişkiler anlamında çöküş yaşayan bir aileyi, 1958-59’ların İstanbul’unu, o dönemdeki Ermeni cemaati içindeki ve bilhassa Patrikhane etrafındaki iktidar gruplaşmalarını, Ermenilerin günlük ve siyasi hayatta yaşadıkları boğucu atmosferi ve Adnan Menderes’in imar hamlesinin sonuçlarını yerleştiriyor. Bu açıdan gerçekten bulunmaz değerde bir roman ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.
Sur ve Norma romanın adından da anlaşılabileceği gibi parasız iki aşıktır. Sur liseyi bitirmeye yaklaşmış, yaz mevsimini çalışmadan evde oturarak geçiren, maddi açıdan durumu iyi sayılabilecek babasından harçlık isteyen ancak alamayan, Norma ise bir işyerinde çalışan ama o da Sur gibi aslında maddi zorluk içinde yaşayan iki gençtir. Sur ve Norma yalnız kalabilmek için bu sıcak yaz mevsiminde yazlık semtlerde bilhassa da Adalar’da kuytu ağaç diplerini kollamakta, oralarda öpüşmeye sevişmeye çalışmaktadır. Ancak zaman zaman kötü niyetli olabilen röntgencilerden nefes alamazlar. Başta dönemin günlük hayatının bir parçası gibi görünen bu röntgenciler romanın ilerleyen kısımlarında çeteleşip bu çifti uzaktan da olsa taşlamaya kadar gidecek ve Biberyan muhtemelen bu röntgenciler şahsında “çoğunluğa” mensup olmayanların günlük ve siyasi hayatının nasıl bir kuşatılmışlık içinde olduğunu resmetmeye çalışacaktır.
Ancak romanın asıl gerilim ekseni Sur ve kendisinden birkaç yaş küçük bir erkek bir de kız kardeşi ile babaları arasındaki iktidar mücadelesidir. Artık yavaş yavaş palazlanan ve kilise mütevelli heyetine de girmeyi başaran baba Kevork, ailesinden, bilhassa da çocuklarından saygı beklemekte ancak çocuklarının, özellikle de Sur’un kıyıcı alayları ve saygısızlığı ile karşılaşmakta ve onları bir türlü dize getirememektedir.
Sur ve çocuklar için gerilimin görünür kaynağı babanın çocuklarına sık sık yönelttiği “Ben çalışıyorum siz yiyorsunuz” sözleri ve tavrıdır. Çocuklar ise bunun doğal olduğunu ancak babalarının kendilerine para bırakmakta pek de cömert davranmadığın söylemekte, hırçınlaşmakta, babalarının muhafazakar ve Ermeni toplumu içindeki iktidarlara yaranmaya çalışan tavrıyla sert biçimde dalga geçmektedirler. Biberyan’ın burada annenin ilk başta arada kalan ama sonra babanın yanına geçen tavrını da katarak geleneksel aile yapısını didiklediğine ve bu didikleme çerçevesinde orta-üst sınıf bir Ermeni ailesinin maddi olarak değilse de manevi olarak çöküşüne ışık tuttuğu aşikardır.
Ancak Biberyan başta da değindiğimiz gibi bu eksenle sınırlı kalmaz. Romanın eksenine Ermeni toplumu içindeki iktidar yapısını, 6-7 Eylül sonrası ortamı ve günlük hayattaki Türk-Ermeni-Rum-Yahudi gerilimlerin ustaca serpiştirmeyi ihmal etmez.
Şu bilindik ‘cemaat’ işleri
Baba Kevork taşralıdır ve İstanbullu Ermeniler tarafından horlandığını düşünmektedir. Kendini İstanbullu gibi hissettiği tek yer kilisede, kendisinden sonra İstanbul’a gelmiş ve Ermenice bilmeyen taşralı Ermenilerle bir mütevelli olarak kurduğu iktidar ilişkisidir. Biberyan, baba Kevork’un girmeye ve ilerlemeye çalıştığı bu yapıyı, Kevork’un zihninden geçenleri kaleme dökerek şu sözlerle tarif eder:
“Cemaat işlerinde de mevki sahibi olmaya başlamıştı. Yarın öbür gün cemaat işlerinde yine bir kargaşa çıkarsa, bir rol de oynayabilirdi. Gazeteler ondan bahsedebilirdi. Bahsetmişlerdi zaten. Bir mütevelli heyeti listesinde ismi geçmişti. Başka bir sefer de bir bağışla ilgili olarak yazmışlardı ismini. Başka türlü de kendisinden bahsettirebilirdi. Kendisi yazar çizer değildi tabii. Ama gazeteler de müşkülpesent değildi. Bedava bir yazı gelsin, hemen basarlar. Ya birine yazdırırsın ya da düzelttirirsin. Ya da gazete kendi düzeltir. Ya da hiç düzeltmez. Kim okuyor? Kim anlıyor? İsmin çıktı mı? Bitti. Başka ne olacak? Özellikle de öbür gazeteden birine dokunduruyorsan. Yazdığın Çince bile olsa kimin umurunda? Daha kolayı var. Tıbrevank’a birkaç lira bağış yaparsan Patriğin adamı oluverirsin. Patriğin adamı oldun mu artık cemaatte mühim birisin demektir. Ve gazetelerden biri mutlaka seni hesaba katar. Sen paradan haber ver, paradan.”
Biberyan’ın sözlerinde Ermeni toplumu içindeki iktidar ilişkilerinin nasıl yürüdüğünü görmek hem kıymetli, hem de sistemin hala şu ya da bu şekilde sürdüğünü hesaba katarsak, acı. Keza Biberyan’ın İstanbullu Ermeni-taşralı Ermeni gerilimini yine baba Kevork’un zihninden geçenlerle anlattığı satırlar da aynı derecede çarpıcıdır.
Roman belli ki tam olarak 1958 ya da 59 yazında geçmektedir. Zira sık sık dönemin Başbakanı Menderes’ten bahsedilmekte, Ermeni toplumunun önde gelenlerinin Başbakan Menderes ile yakın olmaya nasıl gayret ettiklerinden söz edilmekte ancak bir yandan da 58 imar harekatında yıkılan Karaköy’deki Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi’nin onarılması için ne zaman izin çıkacağı, Menderes’in bu işi ne zaman halledeceği konuşulmaktadır. Dolayısıyla ‘59 yazı demek belki de en isabetlisidir.
Menderes buradan da geçmiş
İmar planı demişken. Norma’nın babasının kapıcılık yaptığı, küçüklüğünün Fenerbahçesini anlattığı sayfalar gerçekten edebi açıdan doyumsuzdur. Sur, Norma ile aralarında geçen ciddi bir gerilim ve görüşmeme günlerinde bir gün tek başına Fenerbahçe’ye gider. Norma’nın küçüklük dünyasına, daha doğrusu düpedüz iç dünyasına girmek istemektedir. Karşılaştığı manzara şu olur:
“Dosdoğru neden vapura bindiğini, neden Kadıköy’de dolandığını, Ziverbey taraflarından Suadiye’ye, Suadiye’den Dalyan’a uzanıp Bağdat Caddesi’nde toz yığınına battıktan sonra yolun onu Fenerbahçe’ye nasıl yönlendirdiğini sormadı hiç kendine. ‘Atatürk’ten sonraki en büyük Türk’ oradan da geçmişti. Sur o adamdan sırf babası ‘büyük adam’ dediği için nefret ediyordu. Ama o rüya gibi caddenin köstebek yuvasına döndüğünü, caddenin iki tarafındaki villaların kah yerden yedi kat yükseldiğini, kah yerle bir edildiğini görünce, bu sefer ondan başka türlü nefret etti. (…) Hava fare leşi kokuyordu. Sahile vuran dalgalar, yakından bakınca çamurluydu.”
Biberyan neyse ki İstanbul’daki Dalan yıkımını ve bugünleri görmedi. Evet Biberyan siyasi pozisyonu düşünüldüğünde doğal olarak Adnan Menderes’e ve politikalarına muhaliftir ancak ben bu satırlarda, daha doğrusu havanın fare leşi gibi koktuğunun anlatıldığı satırlarda 58-59’lar İstanbulu’nun siyasi ve toplumsal anlamdaki boğuculuğunun tarifini de okumaktayım sanki. Hem Ermeniler açısından, hem de bütün Türkiye açısından.
Gelelim romanın düğümlendiği yere. Sur roman boyunca hem kendi geleceği açısından hem de içinde bulunduğu insani ilişkiler açısından son derece umutsuz hatta kimi zaman nihilisttir. Uzun bir kararsızlık ve pişmanlık döneminden sonra Norma ile barışmayı başarır ve yine başbaşa kalabilecekleri yegane yere, Büyükada’ya giderler. Yine kuytu bir ağaç altı ararlar. Ancak bir kişi belli belirsiz kendilerini izlemekte, bir görünüp bir kaybolmaktadır. Kaybolduğunu düşündükleri anda bir ağaç altı bulurlar ancak o kişinin yine peşlerinde olduğunu ürpererek anlarlar. Peşlerindeki kişi üzerlerine doğru gelmektedir, Sur her şeyi göze almıştır.
Nasıl bir ütopya?
Laz olduğu yüzünden ve şivesinden belli olan adamla Sur arasında önce bir “Sen kimsin, Burada ne yapıyorsun, Sana ne?” gibi sert diyaloglar geçer. En kritik aşamada adam Sur’a “Sen Yahudi değil misin?” diye sorar. Sur olayın korktuğu gibi gelişmeyeceğini hemen sezer. Cevaplar: “Yahudi’ye mi benziyorum?”
Adam sakinleşir, tavırları yumuşar. “Yok” der, “Yahudi değilsin, daha ilk lafından Yahudi olmadığından şüphelendim zaten”
Sur yanıtlar: “Yahudi olsam ne olacaktı?”
Adam belli ki kendisini zamanında küçük düşüren Yahudi birini aramaktadır. Sur’un o kişi olmadığını anlayınca gerilimin gitmesi bir yana, bir anda sıkı ahbap olurlar, birbirlerine sigara ikram ederler. Laz, sonunda onları rahat bırakır ve yakınlarda olacağını söyleyerek kimsenin onlara dokunmayacağı garantisini verir. Sur ve Norma çok rahatlar. Sur romandaki havanın tam aksine ilk kez umutla dolar: “İnsan kardeşinin kalp atışlarını dinlemenin hazzı yeni bir şeydi kendisi için. Uzaktan birlikte atan kalpler. Farklı bir tatmin duygusuydu bu. Norma ile birlikteyken tattığı mutluluktan farklıydı. Yabancı insanlarla kolkola olmanın mutluluğu huzur ve güç veriyordu. Laz koluna girmişti işte. Kalbi ona karşı sevgiyle doldu.”
Bir komünist olduğunu bildiğimiz Biberyan’ın ütopyası mıydı bu acaba? Belki de. Ama birkaç satır sonra Norma’nın ona soracağı gibi Laz, Ermeni olduklarını biliyor muydu acaba? Bilse farklı davranır mıydı? Bilmiyorlardı, bu durumda biz de bilmiyoruz.
Ancak bu hayli alegorik, içinde bir Yahudi’nin de bulunduğu son, bizi, en azından beni, etraflıca düşünmeye sevk ediyor. Bu Biberyan’ın varılacak ütopya için düşündüğü çözüm yolu muydu? Halklar arasındaki bu gerilim, acaba bazı “yanlış anlamalar” halledildikten sonra düzelebilir miydi? Ya da bunu düzeltecek olan saf Anadolu insanı mıydı? Henüz kentleşmemiş, kurtlaşmamış. Türkiye’deki ütopya böyle mi kurulacaktı?
Ya da benim okumam: Roman boyunca şu aile kurumu ile aslında etik bir derdi olmayan, gizlice babasının paltosunu satan, babası aslında dolgun bir harçlık para verse aile kurumu ile çok da sorunu olmayacak olan Sur’un sinikliği ve kaypaklığı bu ütopyanın tam da nasıl olmayacağını mı simgelemekteydi? Oradaki Yahudi, aslında güvenilmez bir figür olan Sur’un “satacağı” kişiyi mi temsil ediyordu. Dolayısıyla Biberyan aslında bu ütopyanın birileri, ya da bir halk “çoğunluğa” teslim edilince ve asıl kimlik gizlenince kurulacağını, dolayısıyla bunun sahte bir ütopya olduğunu mu söylüyordu? Kimbilir.
(Agos, Temmuz 2017)