İmparatorluk ve demokrasinin bir arada var olması kolay değildir. İmparatorluk, bir hâkim gücün çıkarlarını madun bir halka dayatırken, demokrasi daha güçsüz halkların çıkarlarına ve tutumlarına saygı gösterir. Geçen ay bütün dünya, Amerika’nın Afganistan’ı terk edişine tanık oldu; 1975’te Saygon’daki ABD elçiliği binasından helikopterlerin kalkışına çok benzer şekilde, küçük düşürücü bir nitelik taşıyan bu ricat, Vaşington ve New York’taki dış siyaset seçkinlerini, şapkalarını önlerine koyup ciddi bir şekilde düşünmeye sevk etmesi gereken bir dönüm noktası teşkil ediyor.
İki haftadır ABD’de haberlerin odağında, ülkenin Afganistan’dan çekilmesi ve uğradığı yenilgi ile, Covid-19’un Delta varyantının yarattığı, hiç durmadan büyüyen kriz yer alıyor. Her iki mesele de, dünyanın en zengin ve en güçlü ülkesinin içeride ve dışarıda düştüğü aczin doğurduğu, git gide yükselen kaygıları besliyor. Amerikalılar, ahlaklı ve erdemli bir halk, dünyada iyiliğin yanında duran bir güç olduklarına içtenlikle inanırlar. Türkiye, Ermenistan, Rusya ve pek çok diğer ülkede de aynı durum geçerli muhtemelen. Fakat sıradan insanlar ve liderleri, kendileri için iyi olan ile başkaları için iyi olanı karıştırıyorlar. Her halkın, hem kendinin hem de diğerlerinin kim olduğuna (kimliğine) dair farklı algılarından kaynaklanan, farklı çıkarları var.
ABD, Avrupa Aydınlanması’ndan miras aldığı, insan hakları, demokrasi, eşitlik, ve farklılıkları hoşgörüyle karşılama yanlısı liberal, özgürlükçü idealleriyle gurur duyabilir. Fakat bu idealleri başka ülkelere ihraç etmeye çalıştığında, özellikle de bunu süngüyle, tanklarla, insansız hava araçlarıyla ve füzelerle yaptığında, bu idealist medenileştirme misyonu başarısızlığa mahkûm oluyor. Dünyayı demokrasi açısından güvenli hâle getirme yönündeki amacı, gerçekte, dünyayı kapitalizm ve ABD için güvenli hâle getirmek oldu. ABD, Soğuk Savaş döneminde (kabaca 1945–1991 arası) Latin Amerika, Portekiz, İspanya, Türkiye, Ortadoğu ve başka yerlerdeki baskıcı diktatörlükleri, anti komünizme ve sosyalizm karşıtlığına devam ettikleri ve ABD’nin küresel iktisadi hâkimiyetini kabul ettikleri sürece, memnuniyetle destekledi. Soğuk Savaş’tan sonra ABD’de liberaller de, muhafazakârlar da, ‘demokrasi gündemi’ adıyla anılan, başta Irak ve Afganistan olmak üzere, seçilen belirli otoriter ülkeleri Amerika karşıtı diktatörlüklerden kurtarmaya yönelik programı benimsedi. Sonuç felaket oldu; ABD çekildi ve bozguna uğradı.
İmparatorluk ve demokrasinin bir arada var olması kolay değildir. İmparatorluk, bir hâkim gücün çıkarlarını madun bir halka dayatırken, demokrasi daha güçsüz halkların çıkarlarına ve tutumlarına saygı gösterir. Geçen ay bütün dünya, Amerika’nın Afganistan’ı terk edişine tanık oldu; 1975’te Saygon’daki ABD elçiliği binasından helikopterlerin kalkışına çok benzer şekilde, küçük düşürücü bir nitelik taşıyan bu ricat, Vaşington ve New York’taki dış siyaset seçkinlerini, şapkalarını önlerine koyup ciddi bir şekilde düşünmeye sevk etmesi gereken bir dönüm noktası teşkil ediyor. Dış siyaset uzmanı Dimitri Simes, ‘makul kısıtlama’ olarak adlandırdığı bir siyaset öneriyor: “Makul kısıtlama, yatıştırma ya da boyun eğme ile aynı şey değildir; aksine, ABD, önümüzdeki yıllarda dünyada öncü bir rol oynamaya devam etmeyi umuyorsa, bunu küresel stratejisinin merkezî ögesi hâline getirmelidir.
Öncü rolü oynamak için ille, kimilerinde mükemmel demokrasinin hüküm sürdüğü sayısız diğer ülkenin haysiyetini zedeleyen bir hegemonyaya veya ‘dediğim dedik, çaldığım düdük’ tavrına ihtiyaç yoktur. Bunun için, ABD’nin askerî üstünlüğünü sürdürmesi, ittifakların güçlendirmesi, müttefikleriyle fuzuli ihtilaflara girmekten kaçınması ve tüm bunların yanı sıra, dış siyasette ittifakların amaç değil araç olduğu gerçeğini daima aklında tutması gerekmektedir.” Dikkatinizi çekerim; Simes, uluslararası arenada istikrarı sağlamak için Amerika’nın hegemonik gücünün yine de gerekli olduğu kanaatinde. Vaşington’un bu hâkimiyetten vazgeçmeyeceğinin farkında ama yirmi yıldır sürdürülen maceracılığın yerine kısıtlamanın getirilmesini savunuyor.
Trump ve taraftarlarının “Önce Amerika” sloganı ABD’de geniş kitlelere hitap ederken, dünyanın geri kalanında, Vaşington’un küresel düzlemdeki rolü konusunda kaygı uyandıran bir görüşü yansıtıyor. ABD’nin Avrupa, Asya, Latin Amerika, Ortadoğu ve başka yerlerdeki müttefikleri, çıkarlarının bu ülke tarafından kararlılıkla savunulup savunulmayacağına dair şüphelerini dile getiriyorlar. Amerika’nın dış siyasette yaşadığı fiyasko, Joe Biden’ı dizginledi. Beyaz Saray ve Kongre’den gelen yeni formülasyona göre, günümüzde mücadele, otoriter devletler (bununla kasıt Rusya, Çin ve İran) ile ABD öncülüğündeki demokratik devletler arasında; gelecekte de öyle olacak. ABD, uluslararası alandaki rakiplerinin karşısında hasmane ve güçlü bir duruşla dikilmeyi tercih eder, çünkü ABD liderleri, kamuoyunun önünde daima sert bir görünüm sergileme ihtiyacı duyarlar. İç siyaset, dış siyasetin belirlenmesinde her zaman önemli bir etmendir.
Vaşington’a çok uzak düşen Michigan’dan, yaşadığım şehir Ann Arbor’dan bakıldığında, cepheleşme ve düşmanlık kötü seçenekler olarak görünüyor. ABD’nin yalnızca askerî ve iktisadi olarak değil, aynı zamanda ahlak ve itibar açsından da devasa bir güç. Amerikalılar daha az tehditkâr bir görünüm sergilediğinde, rakip güçler Vaşington’la daha esnek bir ilişki kurabiliyor; korku ve husumet gerilerken, müzakere, uzlaşma ve işbirliği olasılıkları yükseliyor. Rusya, Çin ve İran, büyük hegemona tabi, onun astı olmayı değil, saygı görmeyi, çıkarlarının hesaba katılmasını istiyorlar. İklim değişimi, salgın hastalıklar ve kesintisiz bir nükleer imha tehdidiyle karşı karşıya kalan küreselleşmiş dünyada, birlikte çalışma zemini, en ‘şahin’ siyasi danışmanların her gün körüklediği yapay anlaşmazlıkların zemininden daha geniş olabilir.
Joe Biden’a naçizane bir öneri: Bir küçük soruna, örneğin Guatemala meselesine odaklanın. ABD 1954’te, Guatemala’nın seçilmiş solcu hükümetini hedef alan darbeyi desteklemişti; o tarihten beri, bu ülkeye hem tahakküm, hem de zulüm ediyor. CIA, sosyal demokratik bir reform denemesine son verdi; ülke, darbenin ardından otuz yıl süren bir iç savaşla, sonrasında da Amerikalıların desteklediği, yıllarca süren askerî diktatörlük altında ıstırap çekti. Tarihçi Greg Grandin’in hatırlattığı gibi, “ABD kendi adına Guatemala’yı bir ‘demokrasi vitrini’ hâline getirmeye söz vermişti ama bunun yerine, bir baskı laboratuvarı yarattı. Orada kurumsallaştırılan uygulamalar (örneğin profesyonel istihbarat timlerinin işlediği cinayetler), sonraki dönemde Latin Amerika’nın tamamına yayıldı.”
Yine Biden’a sesleniyorum: Hükümetinizin, bu küçük ülkede gerçek anlamda demokratik bir yeniden yapılanmayı daha ciddi bir şekilde teşvik etmesini, buna katkıda bulunmasını sağlayın. Ülkenin yozlaşmış yönetici seçkinleri hakkında soruşturma açılması konusuyla ciddi bir şekilde ilgilenin. Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i, hükümete hem göç, hem de yolsuzluklarla uğraşması için baskı yapmak üzere ülkenin başkentine gönderdiniz zaten. Yolsuzluğa mücadele konusunda böyle bir kararlılık göstermek, hem yoksul Guatemalalıların ABD’ye göçünü durdurmak isteyen Amerika’nın, hem de kendi ülkesinde güven içinde yaşamak isteyen Guatemalalıların çıkarına olur. İmparatorluk mantığıyla ilgisi olmayan bir politikadan, ABD’yi hayranlık uyandıran bir büyük güç yapan idealleri teşvik etmeye dönük bir yaklaşımdan söz ediyorum. Top-tüfeğe, askerî müdahalelere başvurmadan, sadece, net bir şekilde demokrasiyi destekleyip yolsuzlukla mücadele etmekten ve demokrasiye verilecek bu tür bir destekle neler elde edilebileceğine dair istikrarlı bir örnek teşkil etmekten… Tıpkı virüs gibi, böyle bir örnek de yayılır belki, kim bilir…
(İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz)