Çıkış yolu var mı? Otoriter rejimlerin hüküm sürdüğü ülkelerde mücadele etmek şüphesiz daha zor; oralarda mücadelenin, demokratik olanakları artırma yolundan ilerlemesi gerekiyor. Seçimler –tabii, seçimlerin yapılabildiği yerlerde– zorba yöneticileri zayıflatabilir, hatta safdışı bırakabilir ama hem otokrasilere özgü yozlaşma ve kayırmacılıktan, hem de liberal demokrasilerde siyasetin herkese açık olmasından nemalanan plütokratların nüfuzunu etkilemez.
1991 yılında Sovyet tipi ‘sosyalist’ devletlerin yıkılmasının ardından, Batı’daki akademisyenler, gazeteciler ve siyasetçiler arasında, dünyanın önlenemez bir demokrasiye geçiş sürecine girdiği düşüncesiyle büyük bir sevinç havası oluşmuştu. Ancak on beş yıl içinde, kabaca 2000’lerin ilk on yılının ikinci yarısında gözle görülür şekilde daha otoriter rejimlere kayılması üzerine, bu zafer kutlamasının coşkusu söndü. Rusya’da, Polonya’da, Macaristan’da, Türkiye’de, Hindistan’da ve başka ülkelerde, reformcuların daha katılımcı, eşitlikçi, kucaklayıcı, demokratik devletler kurma yönündeki vaatleri, yerini, anayasaları kendi çıkarları doğrultusunda değiştirip kullanan, muhalifleri hain ve terörist ilan eden popülist ve milliyetçi liderlere bıraktı. Modi’nin Hindistan’ından Erdoğan Türkiyesi’ne, Trump Amerikası’na kadar, bütün dünyada, liberalizm karşıtı liderler popülist ve milliyetçi bir retorik kullanarak, yetkileri güçlü yürütme organlarına ve yöneticilere kaydırdılar.
ABD’de, Trump’ın zaferi üzerine, felaket tellalları demokrasinin tamamen çökeceği ve zorba yönetimlere dönüleceği yönünde kehanetlerde bulundular. Demokrasinin gerilemesinin bir sonucu olarak, akademide ve gazetecilik alanında, otoriteryanizmin şaşırtıcı yükselişine yönelik ilgide patlama oldu. Özellikle demokrasiye geçiş süreçleri üzerine çalışan –ve diktatörlüklerin nasıl demokrasilere dönüştüğünü anlatarak kariyer yapan– ‘transitoloji’ uzmanların söylediklerinin, son gelişmelerle pek bir ilgisi olmadığı görülünce, siyaset bilimciler ‘otokrasi’ olarak adlandırdıkları şeyin doğasını, evrimini, dayanıklılığını ve kalıcılığını ciddi bir şekilde mercek altına aldılar.
Yeni otoriteryanizmin yükselişine dair birçok açıklama var. Finans ve küresel kapitalizmin, ekonomiyi gitgide daha fazla kontrol altına alması, sendikaların zayıflaması, sosyal yardımların azalması ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, alt ve orta sınıfların karşı karşıya olduğu tehditleri artırdı ve yaşadıkları sıkıntıları yabancılar, göçmenler ve entelektüellerle özdeşleştiren bu kesimlerin, çözümü popülist partilerde araması sonucunu doğurdu. Serbest pazarın ekonomideki tüm sorunları çözebileceği yönündeki neoliberal inanış, çok zenginler ile geri kalan herkes arasında gittikçe derinleşen bir uçurum oluşmasına neden oldu.
İş dünyasının lehine deregülasyon, küresel iklim krizini büyüttü ve savunmasız insanları, iş ile sağlık arasında seçim yapmak zorunda bıraktı. Liberal demokrasinin sınırları ve zayıf yönleri siyasi durağanlığa ve demokratik siyasete ciddi sorunları çözme kapasitesine duyulan güveni aşındırdı. Popülistler, vatandaşların daha önce aldıkları sosyal yardımların seçkinler tarafından tırpanlanıp hak etmeyenlerle (etnik kimliği, ten rengi, köken ülkesi farklı kesimlerle) paylaşıldığı yönündeki korkuları körüklüyor. Mevki ve gelecek konusundaki kaygılar, dışarıdan gelen, ‘yabancı ötekiler’e duyulan hınçla birleşip, birçok seçmenin karizmatik, demagojik, popülist ve milliyetçi liderlere yönelmesi sonucunu doğurdu.
Demokrasi gerçekten aşındı, otokrasiler gerçekten yükselişte. Belarus’tan Hong Kong’a, Vladivostok’tan Myanmar’a, Saint Louis’ten Delhi’ye, dünyanın dört bir yanında antidemokratik baskılara karşı yürüyüşler yapıldı. İnsanlar, halkın isteklerine kulak veren, ihtiyaçlarını karşılayan, ehil hükümetler istiyor; seçilmiş temsilcileri aracılığıyla, karar alma süreçlerine belirli bir ölçüde katılmayı arzu ediyor. Hakları ve devletin sunması gereken haklar ve korumalar için mücadele etmeye hazırlar. Fakat birçok ülkede, devletin muktedir güçleri, harekete geçen muhalefeti gaddarca ezdi.
Otokratik tehdit ve plütokrasi
Diğer taraftan, demokrasiye yönelik otokratik tehdidin yanı sıra, bir başka temayülün de var olduğu kabul edilmeli. O da, çoğu zaman otokrasiyle yakından ilişkili olmakla beraber demokrasilerde de var olan plütokrasi, yani çok zengin kesimin hükümranlığı. Gerçek demokratik seçenekleri azaltan, toplumsal ve siyasi eşitlik yönündeki somut imkânları ortadan kaldıran durumlardan biri de bu. ABD’de, iktisadi kutuplaşma öyle bir noktaya vardı ki, nüfusun en zengin yüzde 0,01’lik kesimi, ülkenin toplam gelirinden, alttaki yüzde 85’lik kesimle hemen hemen aynı payı alıyor. Amerika’da para, konuşma özgürlüğü olarak görülüyor; milyonerler ve milyarderler, yasamayı etkilemek amacıyla, siyasi kampanyalara, tercih ettikleri adaylara ve lobilere para döküyor. İşini bilen muhasebecileri olan varlıklı kişiler çok az vergi ödüyor (hatta çoğu durumda hiç ödemiyor) ve bu sayede, seçimler üzerinde etkili olabildikleri gibi, yardım kuruluşları ya da kişisel hayır işleri aracılığıyla, demokratik bir gözetim olmaksızın, sağlık hizmetleri, eğitim, sosyal yardım gibi alanlardaki politikaları şekillendirebiliyorlar.
Amerikalılar genellikle zenginlere kızmaz, kötü gözle bakmaz; kendileri de milyoner hatta daha da zengin olmayı ümit ederler. Amerikalıların seçkincilik karşıtlığı, entelektüellere, gazetecilere ve siyasetçilere yöneliktir. ‘İyi milyoner’ fikrine inanırlar – tabii, bu kişilerin, üzerlerine düşen vergiyi hakkaniyetli bir şekilde ödemelerini de isterler. Ancak, başkan adayı Donald Trump, federal gelir vergisi ödemediği yönündeki suçlamalar karşısında hiç düşünmeden “Demek ki zekiyim” dediğinde birçok seçmen pek rahatsız olmadı.
Son dönemde, otokrasi ve otoriteryanizm yönündeki gidişat yavaşladı, hatta durduruldu. Geçen yıl tekrar başkan olmak için adaylığını koyan Trump, farkında olsa da olmasa da, seçimleri kaybetti. Macaristan’da Victor Orban, Slovenya’da Janez Janša popülerliğini yitirdi; ikisi de değişim arayışıyla tekrar meydanlara çıkan halkla karşı karşıya kaldı. Türkiye’de iktidar partisi, yıkıcı bir ekonomik gerilemeden ve liranın değer kaybetmesinden sorumlu tutuluyor. Hindistan’da binlerce köylü Modi’ye karşı yürüyor. Buna rağmen plütokratlar güçleniyor, yoksul ve orta sınıflar (prekarya) ise hâlâ savunmasız.
Alternatif arayışı
Çıkış yolu var mı? Otoriter rejimlerin hüküm sürdüğü ülkelerde mücadele etmek şüphesiz daha zor; oralarda mücadelenin, demokratik olanakları artırma yolundan ilerlemesi gerekiyor. Seçimler –tabii, seçimlerin yapılabildiği yerlerde– zorba yöneticileri zayıflatabilir, hatta safdışı bırakabilir ama hem otokrasilere özgü yozlaşma ve kayırmacılıktan, hem de liberal demokrasilerde siyasetin herkese açık olmasından nemalanan plütokratların nüfuzunu etkilemez. Demokratik ülkelerde seçmenler serveti vergilendirmekten çekinmeyen temsilciler seçebiliyor, zenginler ise çevrenin ve en muhtaç durumda olan kesimlerin korunmasına destek vererek toplumsal refahı yükseltiyor.
Zor ama ilginç zamanlarda yaşıyoruz. İnsanların çoğu, özellikle de gençler, katlanılması mümkün olmayan mevcut durum karşısında alternatifler arıyor. Bu insanların, ‘öteki’ne yönelik nefret üzerine oynayarak, Yahudilerin, Ermenilerin, göçmenlerin oluşturduğu tahayyül edilen tehditten dem vuran popülistlerin çaldığı tehlike çanlarına aldanmaları ihtimali düşük. Daha fazla özgürlük için –ütopik gibi görünebilecek– hedeflere nasıl ulaşılabileceğine dair net yanıtlar olmasa da, enseyi karartmamak, iyimserliği korumak, umutlu olmak ve eldeki araçları kullanarak, küçük adımlarla, sıradan halka yönetime katılım hakkını vermek şart. “Yaşasın halkın iktidarı!” hâlâ çok güçlü bir slogan ama aynı zamanda, yeni bir halka ihtiyacımız olduğuna da işaret ediyor. İleri görüşlü ve cesur insanlara ihtiyacımız var.
(İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz)