YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

40 yıl sonra 12 Eylül

2015 sonrasında olanları, 12 Eylül öncesi ve sonrasına biraz benzetiyorum. Hatırlayalım, 2015’e gelirken de toplum 12 Eylül sonrası kendini içinde bulduğu laik-dindar ikilemini, cenderesini ve 90’ların Türk-Kürt gerilimini kırıp aşmaya başlamıştı.

Bu hafta 12 Eylül Darbesi’nin 40. yılını idrak etmiş olacağız. Yarattığı toplumsal tahribat, neden olduğu insan hakları ihlalleri ve siyaset alanını darmadağın etmesi bakımından, etkileri hâlâ süren ve her fırsatta öncesi ve sonrasıyla masaya yatırılması, ders çıkarılması gereken bir darbedir, şüphesiz.
Türkiye tarihi içindeki yerine bakmayı ve hem devraldığı, hem de devrettiği sürekliliklere yakından bakmayı tercih edeceğim bu yazıda. Bu mesele etrafında daha önce de zaman zaman durmuştum. Tekrara kaçan bölümler olursa affola.
12 Eylül öncesini, öncelikle Türkiye toplumunun kendine biçilen çerçeveden, cendereden çıkma çabası olarak görürüm. Ve ne yazık ki bu, aslında 12 Eylül 1980’de değil, öyle anlaşılıyor ki daha önce, acı biçimde sonlanmıştı. Darbenin bu kadar itirazsız kabul görmesi de bunun sonucuydu. 
12 Eylül öncesine dönecek olursak; ‘sol-sağ kavgası’ diye tarif edilen ancak aslında çok daha derin bir yarılmayı, kopuşu ifade eden tablo şuydu: 1960’ların sonlarında başlayan ‘sol düşünce’yle tanışma seyri 1971 muhtırasına rağmen zayıflamamamış, tam tersine, güçlenerek sürmüştü. 1970’lerin ortasına geldiğimizde hem sol-sosyalist örgütler müthiş bir güç ve etkinlik kazanmış, hem de CHP, çok partili hayatta almadığı seçim başarıları kazanır olmuştu. 
Bu sadece ‘sol’un güçlenmesi miydi? Kanımca hayır. Bu aslında Cumhuriyet’le birlikte kurulan ve topluma dayatılan milliyetçi-devletçi-kapitalist-otoriter yapının kırılmasıydı. Toplum belki biraz kendi mahallesinde olup bitenlerin de etkisiyle, dünya çapında etkisini hissettiren akımlara yöneliyor, devletin topluma biçtiği gömleği yırtıyordu. 
Devlet aklı açısından en büyük tehlike buydu. Bunun karşısına faşizm çıktı ve çıkarıldı. Böylece bu uyanışın önünü şiddetle kesme yoluna gidildi. Dolayısıyla, ‘sağ-sol kavgası’ olarak sunulan şey, aslında devletin topluma biçtiği rolün sonuna gelinmesi, ancak buna gerek milliyetçilerin, gerek –deriniyle, yüzeydekiyle– devletin, devlet aklının karşılık vermesiydi.
Bu süreçte hiç şüphesiz sol örgütler de hata yapmışlardır. Beri yandan, daha 10-12 yıllık bir geçmişi olan sol ve sosyalist örgütlenmenin hata yapmaması zaten kaçınılmazdı. Bilhassa silahlı eylem ve devrime giden yol tartışmalarında, fraksiyon savaşlarında belli ki bir program eksikliği, kafa karışıklığı ve kişisel çatışmalar da rol oynamaktaydı.
Ancak kesin olan şey şuydu ki, Türkiye toplumu onlarca yıldır, devletin ve ordunun kendine biçtiği rolün dışına çıkmak istiyordu. Ve bunun yolu hiç olmadığı kadar açılmıştı. 
Devlet ve milliyetçi sağ bunu engellemek için her şeyi yaparken, 1977’lere geldiğimizde bu dalga çeşitli sebeplerle sönümlenmeye, toplum da o güzergâhtan geri çekilmeye başladı. Çünkü o iddia artık toplumu ikna edemez olmuş, şiddet sarmalı her yanı sarmış, böyle bir iddia için ikna edilmesi gereken halkın büyük bir kısmı mevcut tablodan yılmıştı. Devletin istediği oluyordu. 
Darbe bu denklem içinde cereyan etti; bazı sol örgütlerin çok uzun süremeyen direnişi ayrı bir yerde tutulacak olursa, genel bir kabulle karşılandı. 1982 Anayasası’nın ezici bir çoğunlukla kabul edilmesinde darbecilerin baskısı elbette rol oynadı ama bu oy farkını sadece bununla da açıklayamayız. Sol ve sosyalist fikriyatın içine düştüğü ve hâlâ süren bunalımı da. 
Bundan sonrası, biraz sol ve sosyalizm hesaplaşmasına girecek. O yüzden burada keselim ve günümüze gelelim. 2015 sonrasında olanları, 12 Eylül öncesi ve sonrasına biraz benzetiyorum.
Hatırlayalım, 2015’e gelirken de toplum 12 Eylül sonrası kendini içinde bulduğu laik-dindar ikilemini, cenderesini ve 90’ların Türk-Kürt gerilimini kırıp aşmaya, HDP ve Selahattin Demirtaş’ın etrafında yeni bir siyaset şekillenmeye başlamıştı. 
HDP’nin 2015 seçimlerinde %13 oy alması ve bunu daha artıracağının sinyallerini vermesi, devlet aklı açısından bir alarmdı. Evet, AKP çözüm sürecini kendisine yaraması için başlatmıştı ve istediği oranda bir sonuç alamayacağını anlayınca bu süreci bitirmişti ama devlet aklı açısından daha ‘tehlikeli’ bir durum vardı. Kontrollü biçimde sürdürülen Türk-Kürt gerilimi aşılıyordu; en azından aşınıyordu. Buna elbette 2013’teki Gezi İsyanı’nı, uyanışını da katmamız gerekir. Buna tahammül edilmedi ve hepimizin bildiği o çatışmalı süreç hızlanırken her yerden birdenbire bombalar patlamaya başladı.
Her şey olup bittiğinde Demirtaş ve HDP’nin diğer aktörleri hapse atılmış, o canlanma bombalarla, büyük devlet ve medya baskısıyla geri itilmiş ve artık bombalar susmuştu. 
Geriye aynı 12 Eylül öncesi ve sonrasının o kahredici hesaplaşmasının kurbanları gibi, Suruç’un, 10 Ekim’in ve daha başka birçok karanlık eylemin kurbanları kalmıştı. 
Ama biliyoruz ki, o su hiç durmaz.