Türkiye on yıl önce, dış politikasını aktif ama yumuşak güç yaklaşımıyla tasavvur ediyordu. Şimdi ise dört bir tarafta savaş hâlinde. Eski sloganı revize etmenin vaktidir: “Yurtta Savaş, Dünyada Savaş”.
Sadece on yıl önce, Türkiye’nin dış politikası, komşularla ilişkileri geliştirerek bölgedeki yalnızlığından kurtulmaktı. Hatta, dönemin dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu, bunun için bir slogan bile bulmuştu: “Komşularla sıfır sorun.” Dışişleri Bakanlığı’nın internet sitesinde hâlâ, bu politikanın esasları övülüyor: “Türkiye, gerçek anlamda kalkınma ve ilerlemenin ancak kalıcı barış ve istikrar ortamında sağlanabileceğinin bilinciyle, bu hedefi politik vizyonunun merkezine koymaktadır. Bu yaklaşım, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Büyük Önder Atatürk’ün ortaya koyduğu ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’ politikasının doğal bir yansımasıdır.”
Bu doktrin, Türkiye ile komşu ülkeler arasındaki sorunları çözmek için, aktif bir dış politika güdülmesini amaçlıyordu. İnternet sitesinde, Yunanistan’la ve Türkiye’ye sınırı olan diğer ülkelerle, “1999 yılından beri çok boyutu bir diyalog süreci” yürütüldüğü belirtiliyor. Dışişleri Bakanlığı’nın internet sitesinde hâlâ şu ifadeler yer alıyor: “Türkiye, ‘komşularla sıfır sorun’ yaklaşımının şimdiden tanık olmaya başladığımız olumlu sonuçlarının, durgun suya atılan bir taşın suda oluşturduğu halkaların gitgide genişlemesi gibi, öncelikle kendi bölgemizde olmak üzere küresel düzeyde de görüleceğine inanmaktadır.”
Fakat bugünlerde Ankara’nın suya attığı taşlar sadece halkalar değil, şiddetli dalgalar yaratıyor. Türkiye dört bir tarafla, diyalog değil savaş ve saldırgan bir jeopolitik rekabete girmiş gibi görünüyor. Türk orduları, güneydoğunun yanısıra, Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’ta silahlı Kürt muhalefetine yönelik saldırılarda bulunuyor. Kendi üslerinden çok uzakta, belirsiz amaçlar doğrultusunda, Libya’da da tehlikeli bir savaşa girişmiş durumda. Temmuz ayında Ermenistan ile Azerbaycan arasında, sınır bölgesinde yaşanan çatışmaların ardından, Türk yetkililer, Rusya’nın müttefiklerinden olan Ermenistan’a yönelik tehditlerde bulundular ve ortak bir tatbikat için, Azerbaycan’a asker ve helikopterler gönderdiler. Tüm bunlara, Türkiye’nin, Doğu Akdeniz’deki, ayrıca Ege Denizi ve Karadeniz’deki, muhtemelen doğal gaz rezervleri barındıran ve Ankara tarafından ‘Mavi Vatan’ın parçası olarak değerlendirilen geniş alanlar üzerindeki hak iddialarını ekleyin.
“Mavi Vatan”
Mesele şu ki, söz konusu sularda, Yunanistan, Kıbrıs ve Mısır’ın hak iddia ettiği bölgeler var. Ankara geçen kış Suriye’yle ve potansiyel olarak Rusya’yla savaşın eşiğine geldikten ve Libya’ya büyük bir güçle müdahale edip önemli askerî başarılar kazandıktan sonra bir başka jeopolitik mücadeleye, Akdeniz’in doğu yarısı üzerinde hâkimiyet kurma çabasına girişti. Türkiye, son jeopolitik saldırısında büyük oynuyor; Doğu Akdeniz’deki doğal gaz rezervlerine erişim elde etmek istiyor. Türkiye’nin, 462 bin km2’lik, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzölçümünün yarısı genişliğinde bir alana yayılan, ‘Mavi Vatan’ olarak adlandırdığı bir münhasır bölge oluşturma isteği gerçekten de büyük bir ihtiras barındırıyor. Ankara’nın bu iddialı politikası, en büyük enerji sağlayıcısı olan Rusya’yla ciddi gerilimler yaşadığı 2017 yılından beri çok yoğun yatırımlar yaptığı hidrokarbon arayışıyla da örtüşüyor. Türkiye, 2109 yılında enerji ithalatına 41 milyar dolar harcadı; borçlu bir ekonomi için çok büyük bir yük bu.
2019 yılının Kasım ayında, Ankara ile Trablus Hükümeti, Akdeniz’i ikiye bölen bir deniz yetki alanları mutabakatı imzaladı. Mısır ve Yunanistan, bu gelişmeye hemen tepki gösterdi; Mısır mutabakatı ‘yasadışı’ ilan ederken, Yunanistan Dışişleri Bakanı, mutabakatın “söz konusu iki ülke arasında, büyük bir coğrafi kara kütlesi olan Girit’in yer aldığını görmezden geldiğini” söyledi.
Türkiye, Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne devasa bir destek vermesiyle Batı Libya’da kazanılan askerî zaferlerin ardından, git gide daha cüretkâr açıklamalar yapmaya ve daha cüretkâr adımlar atmaya başladı. TRT’nin internet sitesinde yer alan bir yazıya göre, “Türkiye’nin Libya’da ve savaş ağası Halife Hafter’in karşısında oynadığı hayati rol, Doğu Akdeniz’de üstünlük kurma mücadelesinde Ankara’nın elini güçlendirdi.” Karadeniz’de tahminî olarak 320 milyar metreküplük bir doğal gaz yatağı bulunmuş olması, büyük bir dönüm noktası olabilir; bu keşif 2023 yılından itibaren Türkiye’nin ithalatını düşürerek, mevcut jeopolitik rekabeti daha da kızıştırabilir.
Strateji olarak fırsat
Ankara, iktidarda hâlâ aynı parti, AKP varken, dış politikasında nasıl bu kadar radikal, 180 derecelik bir değişime gidebildi? Bu değişim ancak, Davutoğlu’nun stratejk vizyonunun bırakılıp, pragmatik güç politikası güdülmeye başlanmasıyla açıklanabilir. Türkiye’de, Kürt sorununu diyalog, reformlar ve Kürtlerin haklarının tanınmasıyla çözülmesi yönündeki politikanın yerini eski baskı politikaları aldı, çünkü bu politikaları uygulamak mümkündü, elverişliydi ve çıkarlara uygundu; ülkedeki popülist Türk milliyetçiliğine hitap ediyor, geniş kitlelerin Cumhurbaşkanı’nın arkasında saf tutmasını sağlıyordu. Önce Irak’ın, ardından da Suriye’nin çökmesi ve dağılmasıyla, Türkiye’nin güney sınırlarının ardında bir iktidar boşluğu oluştu. Bu durum Ankara’ya, Osmanlı’nın garnizon kentleri olan ve Türk milliyetçilerinin yayılmacı tahayyülünü tahrik eden Halep, Musul ve Kerkük’e doğru genişleme fırsatı sundu. Donald Trump’ın Suriye’deki Kürt kuvvetlerine dair muğlak politikası, buraya yönelik askerî müdahale için bir fırsat daha oluşturuyordu. Libya’daki iç savaş, Akdeniz’in bir ucundan diğer ucuna kadar güç gösterisinde bulunmak için bir fırsattı.
Güç boşluğu
Aslına bakılırsa, Türkiye’nin Ortadoğu ve Doğu Akdeniz politikasını şekillendiren şey, bölgesel güvenlik mimarisinin çökmesi ve arkasında bıraktığı güç boşluğu. Vaşington’da Trump var; ABD’nin ve NATO’nun politikalarını anlamak mümkün değil. Avrupa Birliği çelişkilerle dolu bir kitap gibi; Libya’da İtalya ve Malta, Türkiye’yi ve Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni aktif şekilde desteklerken, Fransa ve Yunanistan Hafter’e destek veriyor. Yunanistan ile Türkiye arasındaki rekabet konusunda da aynı şey söylenebilir; Fransa, Avrupa Birliği üyesi Yunanistan’a aktif destek verirken, Almanya muğlak bir tutum sergileyerek ‘arabuluculuk’ yapmayı öneriyor ve geleneksel müttefikini desteklemeye devam ediyor.
Risk almak
Fırsatçı politikalardan bir strateji çıkmıyor. Güçlerini belki de gerçek imkânlarını aşacak genişlikte bir alana yayan Türkiye, çok fazla rakibini kışkırttı; bu durum beklenmedik, şiddetli bir tepki doğurabilir. 10 Haziran’da Fransız yetkililer, Libya açıklarında, Fransa Deniz kuvvetlerine ait Courbet adlı fırkateynin, bir Türk savaş gemisi tarafından atış kontrol radarlarıyla üç kez taciz edildiğini açıkladı. Fransız fırkateyni, Libya’ya silah ambargosu uygulamaya yönelik bir uluslararası operasyon çerçevesinde, Türkiye donanmasına ait üç savaş gemisinin eşlik ettiği bir yük gemisini denetleme görevindeydi. Olay, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’u öfkelendirdi. 12 Ağustos’ta, Limnos adlı Yunan fırkateyni, Yunanistan’ın kendisine ait olduğunu iddia ettiği kara sularında bir Türk araştırma gemisine eşlik eden Kemal Reis adlı Türk savaş gemisiyle çarpıştı. Hasar gören Kemal Reis’in gövdesinde geniş bir yarık oluştu.
Türkiye’nin silahlı Kürt muhaliflerle savaşı ve güney sınırlarında kesintisiz olarak sürdürdüğü operasyonlar dışarı taşıp büyük bir çatışmaya yol açabilir. 11 Ağustos’ta, Irak sınırları içine yönelik bir saldırıda, Türkiye’ye ait 11 adet insansız hava aracı, PKK yetkilileriyle toplantı yapmakta olan Iraklı iki subayı öldürdü.
Diplomasi cephesinde, Ağustos ayı başlarında, Yunanistan ve Mısır, Doğu Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge anlaşması imzaladı. Bu anlaşma, Türkiye ile Libya arasında daha önce yapılan anlaşmaya meydan okuyor. Fransa da, Türkiye’ye, tartışmalı sularda petrol ve doğal gaz arama çalışmalarını durdurması için çağrıda bulundu.
Türkiye’nin Fransa ve Yunanistan’ı sürekli olarak kışkırtması, mültecileri Avrupa’ya yollama tehditleri savurması ve Libya, Suriye ve Irak’a askerî müdahaleler yapması, Kürt güçlerine karşı içerde yürüttüğü mücadeleyle birlikte, uzunu bir liste oluşturuyor. Bu arada, Erdoğan ile, 2016’da darbe girişimde bulunmakla suçlanan ve binlerce mensubu tutuklanan ya da görevden uzaklaştırılan ordu arasındaki ilişkiler de sorunlu. Ankara, para biriminin değerinde düşüş, bugüne kadarki en büyük cari açıklardan biri ve dış rezervlerde azalmayla kendini gösteren bir mali krizin ortasındayken, dış politika ihtiraslarının mali yükünü daha ne kadar kaldırabilir?
Türkiye on yıl önce, dış politikasını aktif ama yumuşak güç yaklaşımıyla tasavvur ediyordu. Şimdi ise dört bir tarafta savaş hâlinde. Eski sloganı revize etmenin vaktidir: “Yurtta Savaş, Dünyada Savaş”.
(çeviren: Altuğ Yılmaz)