Geçen yıl, Ermenistan ve Azerbaycan diasporaları arasında diyalog çağrısı yapan bir yazı yazdığımda (Agos, Temmuz 2019), konunun bu kadar kısa süre içinde gündeme geleceğini tahmin etmemiştim. Oradaki düşüncem, bir fırsata işaret eden birkaç değerlendirmeye dayanıyordu. Birincisi; son yirmi yıl içinde Ermenistan ve Azerbaycan kamuoyları arasındaki alışveriş ve diyalogda ciddi bir gerileme olmuştu. İkincisi; bu gerilemenin nedeni, yükselen siyasi baskılar, devlet propagandası, çatışmanın taraflarının gittikçe daha fazla silahlanmasıydı. Üçüncüsü; Ermenistan’da 2018’de yaşanan halk devrimi, Karabağ meselesinde niteliksel bir değişim getirmemiş, uyuşmazlığın barışçıl çözümü yönünde yeni fırsatlar doğurmamıştı.Karabağ Savaşı’nın en hararetli döneminde bile , diaspora toplulukları arasında şiddet olayı görülmemişti. Üstelik, olayların aldığı boyut ve kısa bir süre içinde birçok yerde patlak vermiş olması, yeni bir yapının gelişmekte olduğunu gösteriyor.
Geçen yirmi yıl içinde, Avrupa’daki ve Amerika’daki üniversitelerde, Ermeni ve Azeri üniversite öğrencileri, araştırmacı ve akademisyenlerin dâhil olduğu yeni bir kuşak yetişmişti. Bu kişilerden bazıları tarih, uluslararası ilişkiler, sosyoloji, antropoloji gibi alanlarda çalışmaları itibariyle, Kafkasya’daki çatışmaya farklı merceklerden bakmak için gereken ‘araçlar’la donanmıştı. Ayrıca, Azerbaycan’da, İlham Aliyev’in iktidara gelmesinden (2003) bu yana ciddi şekilde yükselen siyasi baskılar, ülke içinde muhalif düşüncenin varlığını ve sivil toplum faaliyetleri yürütme imkânlarını zayıflatırken, Avrupa’da bu ihtimal yükseldi. Avrupa şehirlerinde artık, iltica talep eden, Azerbaycanlı çok sayıda muhalif vardı. Ülkedeki baskılar, birçok Azerbaycanlı öğrenciyi de, mezun olduktan sonra memlekete dönmeyip Avrupa’da kalmak mecburiyetinde bırakmıştı. Üstelik, Batı dünyasında çatışma çözümü konusunda profesyonel olarak çalışan veya araştırma yapan birçok Ermeni de vardı.
Bütün bunlar bir potansiyel oluşturuyordu; değerlendirilmeyen bir fırsat söz konusuydu. Kafkasya’da diyalog gitgide zorlaşırken, Batı’da böyle bir diyaloğa zemin olabilecek bir potansiyel görüyordum. Tarih bize, ülke dışındaki muhalif hareketlerin, ülkede çok büyük etkileri olabileceğini gösteriyor. 19. yüzyılın ve 20. yüzyıl başlarının devrimci hareketlerini; Lenin’in Cenevre ve Zürih’teki çalışmalarını; Cenevre, Paris ve Londra’daki Ermeni devrimciler ile Jön Türkler arasındaki diyaloğu ve gerilimleri düşünün. Yeni fikirler geliştirmek için çalışan küçük bir grup bile, kendi toplumu üzerinde –her zaman yapıcı olmasa da– çok büyük bir etki yaratabilir.
Çatışmanın ihracı
12-16 Temmuz arasında Ermenistan ile Azerbaycan arasında yaşanan sınır çatışmaları (ki orada neler olduğu, örneğin askerî operasyonları hangi tarafın, ne sebeple başlattığı hâlâ belirsiz) iki yeni gelişmeye yol açtı. Bunların ilki, 14 Temmuz’da, Tümgeneral Polat Haşimov’un öldürüldüğü haberinin yayılmasıyla, Azerbaycan’ın birkaç şehrinde spontan gösteriler yapılmasıydı; Bakü’de yaklaşık 30 bin kişi toplandı. Göstericiler kızgın ve üzgündü; savaş istiyor, “Karabağ bizimdir”, “Karantina bitsin, savaş başlasın” sloganları atıyorlardı. O akşam Meclis binasına girip polisle çatıştılar. Ardından, Azerbaycan’daki muhalefete dönük bir tutuklama furyası başladı; gösterilere katılmayan muhaliflerden de tutuklananlar oldu. Azerbaycan’da 1990’lardan beri ilk kez bu tür bir taban hareketi yaşanıyordu ve bu durum, çözülmeyen uyuşmazlıkların siyasi istikrar açısından ne kadar tehlikeli olabileceğini gösteriyordu. Olayların seyri, şüphesiz, Aliyev yönetimini şoka uğrattı.
Diğer beklenmedik gelişme ise, kimi zaman savaş alanından binlerce kilometre ötede, Ermeni ve Azeri toplulukları arasındaki şiddet olaylarıydı. Moskova’da Brüksel’de, Londra’da, Los Angeles’ta ve başka şehirlerde, göstericiler arasında çatışmalar ya da bireysel şiddet olayları yaşandı. Bu, yeni bir durum. Karabağ Savaşı’nın en hararetli döneminde bile (1991-1994), diaspora toplulukları arasında şiddet olayı görülmemişti. Üstelik, olayların aldığı boyut ve kısa bir süre içinde birçok yerde patlak vermiş olması, yeni bir yapının gelişmekte olduğunu gösteriyor. Görünen o ki, yurtdışında şiddetin yayılması karşısında devlet yetkilileri büyük şaşkınlık yaşadı. Moskova’da hem Ermenistan’ın hem de Azerbaycan’ın büyükelçileri, vatandaşlarını sakin olmaya davet etti.
Son yirmi yıl içinde iki ülke de, silahlanma ve silah sistemleri için milyarlarca dolar harcadı. İki ülke arasındaki sınır kapalı, iki ülkenin halkları arasında herhangi bir alışveriş yok ama buna rağmen, cephe hattı, ağır silahlarla donatılmış askerlerin nöbet tuttuğu üç sıra siperle, Birinci Dünya Savaşı’ndaki savaş alanlarına benziyor. İki taraftan da gençler, gençliklerinin iki kıymetli yılını o siperlerde nöbet bekleyip karşı tarafa ateş etmekle geçiriyorlar. İki tarafta da kitle iletişim araçları karşı tarafa öfke kusarak ‘öteki’nin, komşu halkın kimliğini, tarihini, kültürünü karalıyor. Buna karşılık, barış inşası ve diyalog projelerine ayrılan para birkaç kuruştan ibaret – o da büyük ölçüde Batılı ülkelerden ya da Açık Toplum Enstitüsü gibi kurumlardan (şu rezil emperyalistler yok mu!) geliyor. Hâl böyleyken, yeni neslin öfke dolu olmasının neresi şaşırtıcı ki...
Kılıçlar değil, kelimeler
Bu gergin atmosferde, altı entelektüel, sosyal medyada #WordsNotSwords [kılıçlar değil kelimeler] etiketiyle bir inisiyatif başlatarak kendi topluluklarını “barışçıl aktivizme, diğerlerinin haklarına saygı göstermeye ve şiddeti, canavarlatırmayı ve ayrımcılığı reddetmeye” davet etti. Bu kampanya yaygınlaşmadı; medyanın ilgisini şiddet olayları kadar çekmedi (yazık ki şiddet, medyayı erdemden daha çok cezbediyor). Ancak kampanyanın salt varlığı dahi, bir yol ayrımında bulunduğumuzu ve gelecekte Kafkasya’da şiddet bir kez daha patlak verecek olursa, diaspora topluluklarının seçim yapmak zorunda kalabileceklerini ima ediyor.
Ermeni ve Azeri diaspora toplulukları yeni bir durumla karşı karşıya. Kafkasya’daki yangınlar bu toplulukların istikrarını bozabilir. Anlamsız şiddet olayları, bu toplulukların memleket edindikleri yerlerde huzuru tehdit edebilir. Bu tür şiddet eylemleri, yalnızca ahlaken kınanması gereken değil, aynı zamanda ters etki yaratan olaylar. Yurtdışındaki topluluklar, bu toplulukların önderleri ve entelektüelleri, kendilerine şu soruyu sormalı: Üzerine titrediğimiz ülkeye ve halka en iyi hangi şekilde yardım edebiliriz?