Milliyetçiliğin anlamı üzerine epey kafa yormuşumdur. Tam olarak tanımlanması güç bir kelime bu. Kaç kişi tarafından kullanıılyorsa, o kadar anlamı var. Hatta anlamının, onu kullanan kişinin verdiği anlam neyse o olduğunu söylemek muhtemelen yanlış olmaz.
Donald Trump, 2018’in Ekim ayında (yani dünyayı saran Covid-19 pandemisinden epey önce) düzenlenen büyük bir mitingde, bağırarak söylediği şu sözlerle, ateşli taraftarlarına milliyetçi olduğunu ilan etmişti: “Gerçekten, o kelimeyi kullanmamamız bekleniyor bizden. Benim ne olduğumu biliyor musunuz? Ben bir milliyetçiyim, tamam mı? Ben bir milliyetçiyim. Milliyetçi! Kullanın bu kelimeyi! Kullanın bu kelimeyi!” Daha sonra Beyaz Saray’da kendisine, milliyetçiliğin –en azından, beyazların üstünlüğünü savunanlarla özdeşleştirildiği ABD’de– ırkçı çağrışımları olduğu hâlde neden milliyetçi olduğunu beyan ettiği sorulduğunda, bu bağlantıdan haberi olmadığını iddia etti: “Milliyetçi olmakla ilgili o teoriyi hiç duymadım. Hepsinden haberdarım. Ama ben ülkemizi seven biriyim. Ben bir milliyetçiyim. Çok fazla kullanılmıyor bu kelime. Bazıları kullanıyor [sadece] ama ben [kullanmaktan] çok gurur duyuyorum. Bence [bu kelimenin] geri getirilmesi gerekiyor.”
Milliyetçilik, uluslar, imparatorluklar üzerine dersler vermiş ve şu sıralar bu konularla ilgili bir kitap yazmakta olan biri olarak, milliyetçiliğin anlamı üzerine epey kafa yormuşumdur. Tam olarak tanımlanması güç bir kelime bu. Kaç kişi tarafından kullanıılyorsa, o kadar anlamı var. Hatta anlamının, onu kullanan kişinin verdiği anlam neyse o olduğunu söylemek muhtemelen yanlış olmaz. Yunanlar ‘Türk kahvesi’ne ‘Yunan kahvesi’ demeye başladığında, buna milliyetçilik dendi. Vladimir Putin Kırım’ı ilhak edince, milliyetçi saiklerle hareket ettiği söylendi. Adolf Hitler milliyetçiydi ama en büyük hasımları olan Winston Churchill ve Charles de Gaulle de öyleydi. Kim değildi ki? Kendi ülkesi olan İmparatorluk Rusyası’nın çökmesinin sosyalist dünya devrimini ateşleyeceğini düşündüğü için Birinci Dünya Savaşı’nda Rusya’nın alt edilmesi çağrısında bulunan Vladimir Lenin, belki. Lenin’e göre insanlığın özgürleşmesi, Slav soydaşlarının akıbetinden daha önemliydi.
Benim tanımlamama göre, milliyetçilik vatanseverlikten farklı bir şey. Milliyetçilik, ülkeye ve ulusa, mevcut rejime yönelik bir ‘kör’ sevgi; aynı zamanda aynı ulusa mensup kişilere dönük, kendi içine kapanan bir sevgidir. “Doğrusuyla yanlışıyla, benim ülkem” ifadesiyle özetlenebilir bu bakış – “Tanrı Amerika’yı korusun, dünyanın geri kalanı ne hâli varsa görsün”...
Vatanseverliğin bundan epey farklı bir tonu vardır; soykütüğü Antik Yunan’a ve Roma Cumhuriyeti’ne uzanır. Vatansever, devlet erdemli davranıp doğru olanı yaptığı, iktidardakilerin çıkarlarına değil halka hizmet ettiği sürece ülkesini ve ülke yöneticilerini savunur. Gerçek bir vatansever rüşvetçiliğe, yozlaşmaya, akraba kayırmacılığa, bazı kişilere destek olup diğerlerini dışlayan bencil politikalara, ülkeyi yeniden muazzam hale getirmek için girilen emperyal savaşlara karşı mücadele eder. Vatanseverler “Ülkem” diye haykırırlar, “Yalnızca doğruyu yapıyorsa, erdemliyse benim ülkem!”
Donald Trump hiç kuşkusuz milliyetçi, ama vatansever değil. Vietnam Savaşı sırasında ABD Ordusu’nda görev yapmak üzere askere çağrıldığında, yardımsever, babacan bir doktor, Trump’ım topuk dikeninden muzdarip olduğu için askerliğe uygun olmadığı yönünde bir rapor vermiş. Trump sonraları, hangi ayağında topuk dikeni olduğunu hatırlayamadı.
Pandeminin ve ırklar arası eşitlik için yeniden canlanan mücadelenin ortasında, ABD vatanseverliğin anlamına dair ciddi bir soruyla karşı karşıya. Trump gibi, tarihteki kusurları örtbas edip geçmişi temize çıkarmak, geleneksel hayatlarını muhafaza edebilmek (yani dört milyon Siyah’ı köle olarak tutabilmek) için kuzey eyaletlerinden özgürleşmek isteyen güney eyaletlerinin onuruna dikilmiş heykelleri korumayı, konfederasyon bayrağını dalgalandırmaya devam etmeyi arzu edenler var. “Öfkeli bir güruhun heykellerimizi yıkmasına, tarihimizi silmesine, çocuklarımızın beyinlerini yıkamasına, özgürlüklerimizi ayaklar altına almasına asla izin vermeyeceğiz” dedi. ABD’yi bir arada tutmak ve nihayet köleleri özgürlüğe kavuşturmak için kanlı bir iç savaş verildiğini unutmuş olsa gerek.
Başkan’a karşı çıkan protestocular, hain ve ırkçı olarak gördükleri kişilerin heykellerini yıkmak üzere sokağa indiler. Konfederasyon subayları ve askerlerinin, Karayiplerdeki yerli nüfusun büyük kısmını yok eden Christopher Columbus’un, hatta ülkenin ‘Kurucu Babalar’ından, köleleri olan George Washington ve Thomas Jefferson’ın heykellerinden söz ediyoruz. Trump, protestoculara karşı bir saldırı başlattı: “Şu anda radikal solun, Marksistlerin, anarşistlerin, tahrikçilerin, çapulcuların ve çoğu zaman ne yaptıklarına dair en ufak bir fikri olmayan kişilerin hakkından gelmekteyiz.”
Trump’a göre, ABD “dünya tarihindeki en büyük, en müstesna, en erdemli ülke.” O hâlde sistematik ırkçılıktan, korkunç iktisadi ve sosyal eşitsizlikten, Amerika’nın yönetici seçkinlerinin kibir dolu benmerkezciliğinden şikâyet etmenin ne anlamı var ki? Trump’ın gözdelerinden, televizyon yorumcusu Tucker Carlson, Amerika’yı eleştirenler hakkında “aslında Amerika’dan nefret ediyorlar” dedi. Carlson’ın hedefinde, “son derece aptal ve etkileyicilikten uzak” olarak nitelendirdiği, iki bacağını da Irak’ta kaybetmiş olan kadın savaş gazisi, Illinois senatörü Tammy Duckworth vardı. Duckworth sert bir karşılık verdi: “Benim bacaklarımla bir mil yürüsün, bana Amerika’yı sevip sevmediğimi ondan sonra söylesin.” Dünyanın en güçlü ülkesinin geçmişi ve geleceğine dair bir mücadeleyle karşı karşıyayız. Milliyetçilik ile vatanseverlik arasında, ülkenin geçmişindeki karanlık noktaları görmek istemeyenler ile, irin toplamaya devam eden çürümüşlüğe sağaltıcı bir ışık tutup Amerika’yı daha sağlıklı hâle getirmek isteyenler arasında, devasa bir karşılaşma bu. Hiçbir zaman yaşanmamış bir kayıp zamana özlem duyan Trump’ın liderliğinde, cehalete ve inkâra sığınılıyor. Başkumandan Topuk Dikeni ve onu takip eden dalkavuklar, pohpohçular, yaltakçılar, şakşakçılar ordusu...