58 yıl önce bugün, 15 Eylül'de dünyaya geldi Hrant Dink. Çetin geçen hayatında zorlukların yanında sevgi hiç eksik olmadı hayatında. Eşini sevdi, ailesini sevdi. Her şeyden önce yaşamayı ve insanları sevdi... Sevenleri de hiç eksik olmadı hayatından. Ve bugün aramızda olmasa da birçokları söylüyor hep bir ağızdan; 'İyi ki doğdun Hrant Dink!'
Bu özel günde, tek derdi birlikte yaşamak ve sevgiyi paylaşmak olan Hrant Dink'in bir yazısını hatırlamaktan daha güzel ne olabilir ki...
Gelane... Hablo... Holane...
Güldal Kızıldemir'in Cuma günkü 'Mayın Çocukları' başlıklı yazısı aldı götürdü beni çocuklarımızın dünyasına. 'Çocuk dediğin oyun oynarken salıncaktan düşer dizini kanatır, ağaçtan düşer kolunu kırar, bilemedin damdan düşer bacağını kırar. Oynarken mayına basıp patlayan çocuk olur mu hiç?' diye soruyor, patlayan mayınla havaya uçan çocukları anlatıyordu Kızıldemir.
Mayın tarlalarımız... Çirkin uygarlığımızın çocuk mezarlıkları.
Okuduğumu bir satırda geçiştirmemek, yüreğimin 'cız'ını günlük yaşantımın patırtısında boğmamak için olsa gerek, çocukların dünyasına daldım gün boyu. Ayrıntılarla oynaştım anlamsızca. Mesela size garip gelecek ama mayının patladığı anda, çocukların oynadığı oyunun ne olabileceğini merak ettim gün boyu. Ne oynuyorlardı dersiniz... Gelane mi, Hablo mu, Holane mi?
Bir zamanların Silopi Ermeni Aşireti'nden olan eşim Rakel anlatır... Silopili çocukların oynadığı oyunun adıymış Gelane... 'Dikili' demekmiş Kürtçe'de.
Sivri uzun taşları dikerlermiş yan yana sırayla. Belli mesafeden de yuvarlak bir taş yuvarlar, dikili taşları devirmeye çalışırlarmış. Bir atışta çok deviren kazanırmış. Bowling'in taşlı versiyonu anlayacağınız... Silopi Bowlingi.
Gece ay ışığında oynadıkları bir oyunmuş Hablo. Çocuklar iki gruba ayrılırlar. Ebe, bir kilo ağırlığında seçilmiş bir taşı yanan ocakta ısıtır ve var gücüyle fırlatır uzaklara. Takımlar ay ışığının bahşettiği kadarıyla gözün, taşın düşmesinden yansıyan ses kadarıyla kulağın, en fazla da taşın ısısını arayan elin yordamıyla yarışırlar ve taşı bulup kaleye geri getirmeye koşuştururlar. Taşı bulup kaleye dönenleri engellemeye çalışan rakip oyuncuların şiddeti andıran el, ense, bacak hareketleri ise belki de oyunun en tatlı yanı. Silopi Rugbysi sanki.
Bir diğer oyun ise Holane. Bir metrelik bir sopanın ucunu baston biçiminde kıvırıp, belirledikleri bir alandaki deliğe, küçük taşları vura vura taşırlarmış Holane'de. Bal gibi Silopi Golfü işte.
'Oyun', 'Zaman' ve 'Mekân' ...
İnsanoğlunun uygarlık dediğimiz ortak yaratısının çok bilinmeyenli denklemini çözmeye yarayan gerçek veriler. İnanılmaz bir berraklık taşıyorlar kendi içlerinde. Şimdi mesela 'Mekân' derseniz kel alaka, Amerika nere Silopi nere. 'Zaman' derseniz yine kel alaka, o zaman televizyon bile yok ki 'Silopililer Amerikalılar'dan çalmış' diyelim. Peki bu ortaklığın sırrı ne?
Çocuk masumluğu.
Nereye gitsem çocuk oyunlarını ararım sokaklarda.
Bir gün Prag'da, bir gün New York'ta, bir gün Şatilla'da. Birbirinden bu kadar habersiz, birbirinin bu kadar aynı. Bir yanda Doğu ve Batı ayrışması ve 'Medeniyetler Çatışması' denen büyük oyunlarımız ve bu oyunlarda yarattığımız mayın tarlalarımız... Diğer yanda masum çocuk oyunlarımız... Bowling, Rugby, Golf .... Gelane, Hablo, Holane.
Büyük oyunlarımızda katloluyor çocuk oyunlarımız.
Bir yanda çocuklar oynuyor kırlarda, bayırlarda, sokak aralarında. Bir yanda çocuklar ölüyor mayın tarlalarında.
Birliğimizle bütünlüğümüzle örtülmeye çalışılan ise aslında tekliğimiz. Hani 'Ne mozaiği lan, mermer' deyişi vardı ya... İşte o.
Böyle olmasına rağmen. 'Bizde çok kültürlülük zaten var, yenisine ne gerek var ki' tavrından da bir gıdım taviz verdiğimiz yok.
Rivayete göre bir zamanlar bir arada yaşama muhabbetimiz o denli güçlüymüş ki farklılıklarımızı fıkralaştırır, birbirimizle oynaşırmışız. Yan yana geldik mi bir Türk, bir Kürt, bir Ermeni, bir Yahudi, bir Rum, gayrı tutmayın bizi gitsin. 'Kürt, Türk bir de Ermeni üç arkadaş yolda gidiyorlarmış...' diye başlarmışız birbirimizi 'Ti'ye alacak denli atışmaya, sevişmeye. Hey gidi günler hey... Farklılığımıza kızacağımıza, farklılığımızla eğlenirmişiz.
Farklılığı eğlenceye dönüştürmek... İnsanoğlunun uygarlaşmasının gerçek göstergesi belki de bu.
Ama sonra... Gün gelmiş, birbirimizden korkmuş, fıkralarımızı dahi anlatamaz olmuşuz.
Tek'lik adına birçok zenginliğimizi yitirdiğimiz gibi neşemizi de kaybetmişiz.
Tekrar o günlerimizi yakalayabilir miyiz?
Yakalamak için nereden başlamalıyız?
'Siyaset, politika' gibi ürkütücü lafları bıraksak da eğitimden mi başlasak yoksa?
Farklılıklarımızı hiç çıkmamacasına belleğimize kazıyacak ders üniteleri, araştırma konuları mı koysak ders kitaplarımıza?
Belki de en iyisi alfabeden başlamak. 'Ali topu Veli'ye at'ın yanına bir de 'Ali topu Hagop'a at'ı eklemek.
Beyoğlu gazetesinin Azınlıkları buluşturan bir toplantısında da sormuştum bu soruları, orada da yinelemiştim önerilerimi.
Apoyevmatini gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Mihail Vasiliadis dostum espriyle takıldı bu 'Ali Topu Hagop'a at' sloganına.
'Vallahi başına iş açacak laf ediyorsun' diyerek esprisini patlattı. 'Ali topu at diyorsun ama ya bu topu Ali bir başka top anlar da askere gittiğinde topu ele geçirdiğinde Hagop'a nişanlarsa ne olacak? Bana ilkokulda böyle öğrettiler demez mi?' Gülüştük bir iyice.
İçimden 'İşte bu' diyordum 'İşte bu'. Bir farklının diğerine endeksli travmatik ya da paranoyak ruh halinin hangi boyutlarda gezinebileceğini gösterse de, yakalamamız gereken birliktelik işte bu.
Farklılıklarımızı fıkralaştırmak...
Hrant Dink
25 Mayıs 2004
(Birgün)