Amerikalılar siyaseten, inançlar düzleminde ve değerler açısından bölünmüş durumda. Ilımlı sesler birlik, uyum içinde yaşama ve bir arada çalışma çağrısı yapıyor. Tüm bunlar övgüye değer hedefler fakat Amerikan toplumunun kutuplaşmış kesimlerinin birbiriyle uzlaşması olasılığı gün geçtikçe zayıflıyor
Son birkaç gün içinde, ABD’nin yaklaşık 75 kentinden protesto eylemleri ve gösteri haberleri geldi. Bu öfke patlamasını tetikleyen, Minneapolis’te siyah bir adamın bir polis memuru tarafından öldürülüşünü gözler önüne seren korkunç görüntüler olmuştu. Videoda, polisin yaklaşık dokuz dakika boyunca dizini adamın boynuna bastırdığı, kurbanı nefes alamaz hâle geldikten sonra bile bastırmaya devam ettiği görülüyordu. Amerika’nın ırksal adaletsizlik hastalığı, toplumsal eşitsizlik ve Covid-19 salgını Trump’ın kötücül tweet’leriyle bir araya gelince, sıradan insanlar, büyük ölçüde kendiliğinden gelişen bir hareketle, duydukları üzüntüyü ve umutsuzluklarını yansıtan, evlerinde hazırladıkları pankartlarla sokaklara döküldü. Beyaz Saray, acıyı ifade etmeye dönük, bu geniş katılımlı harekete, münferit şiddet olaylarını anarşistlerin ve radikal solcuların kışkırttığını; yağmalamaların arkasında Çin, Rusya ve İran’ın olduğunu; bütün bu hoşnutsuzluğun nedeninin sisteme içkin ırkçılık ve kutuplaştırıcı eşitsizlik değil, “birkaç çürük elma” yani birkaç kötü polis olduğunu söyleyerek yanıt verdi.
Siyahların hayatı önemlidir
Protestocuların, Floyd’un ölürken sarf ettiği “Nefes alamıyorum” sözlerini slogan olarak kullandığı, polisin ve Ulusal Muhafız güçlerinin onlara cop ve biber gazıyla karşılık verdiği bu kitlesel eylemlerden, tarihçiler gelecekte adlı adınca, ‘başkaldırı’ olarak söz edecek. Çoğu genç erkekler olmak üzere, Afrikalı Amerikalıların polis tarafından öldürüldüğü vakalar o kadar arttı ki, ‘Black Lives Matter’ [Siyahların Hayatı Önemlidir] adlı bir hareket oluştu. Trump yönetiminin söylemi, yapıp ettikleri ve politikaları, güvenlik güçleri içindeki kurumsallaşmış ırkçılığı ve toplumun genelinde görülen popüler ırkçılığı teşvik etti ve azdırdı ama dürüst olmak gerekirse, bu toplumsal sorunların müsebbibi Beyaz Saray’daki sosyopat değil; o yalnızca, söz konusu sorunların önünü açan, yükselmesine imkân veren en güçlü figür. ABD, beyaz ırkın üstün, Afrika’dan zorla getirilen kölelerin ise aşağı derecede olduğu yönündeki söylemler üzerine temellenen bir köle toplumu olarak kurulmuştu. 1865 yılında köleliğin sona ermesinden sonra bile, hukuk sistemi siyahlara eğitim ve kamu kurumlarında ayrımcılık yaparak ve onları cebir, sık sık da ‘kanunsuz adalet’ yöntemleriyle uygulanan Jim Crow yasaları çerçevesinde tabi, ikincil konumlarda tuttu. İç burkan ‘Bitter Fruit’ [Acı Meyve] adlı şarkıda anlatıldığı gibi, binlerce masum insan linç edildi, binlercesinin bedenleri yakıldı ya da ağaçlara asıldı. 1960’lı yıllarda Yurttaşlık Hakları Hareketi sayesinde Afrika kökenli Amerikalıların özgürce, herhangi bir engelle karşılaşmadan oy kullanması daha kolay hâle getirilene kadar, ABD’nin hiçbir zaman gerçek anlamda demokratik olmadığı söylenebilir. Hatta o tarihten sonra da, oy kullanma hakkı, muhafazakârların seçmenler üzerinde baskı kurma çabalarıyla defalarca kısıtlandı.
Halk dizginleri eline alır
Bir hükümet baskıcıysa ve talepler karşısında kayıtsız kalıyorsa, halk dizginleri kendi eline alır. İnsanlar, aynen bu gösteriler ve protesto eylemlerinde olduğu gibi, genellikle barışçıl bir şekilde sokaklara dökülürler. Fakat bu tür gösteriler, çoğu zaman radikal görüşlü birkaç kişinin ya da provokatörlerin önayak olmasıyla, veya polisin verdiği karşılık nedeniyle şiddete de yönelebilir. Bugünlerde Minneapolis’te ve diğer kentlerde olan, bu. Trump yanlıları, “karışıklıklar” olarak adlandırdıkları bu olayları, Başkan’ın Kasım’da yeniden seçilmesine destek oluşturmak için kullanmaya çalışıyorlar. Sıradan Amerikalıların altı ay sonra, Trump’ın koronavirüs krizini yönetmede gösterdiği, pahalıya mal olan beceriksizliğe (ABD, virüs nedeniyle en fazla ölümün olduğu ülke; hayatını kaybedenlerin sayısı, bu yazı kaleme alınırken 104 bindi) ve ırk temelli gerilimlerin kışkırtılmasına dair ne düşüneceğini tahmin etmek güç.
Geçmişte, örneğin 1970’lerde, Richard Nixon’ın Başkan olduğu dönemde Cumhuriyetçi Parti kanun ve düzenin partisi rolüne bürünüp, kendini şiddet ve suçla başa çıkma konusunda en başarılı parti olarak sunarak oy toplamıştı. Trump ve kafadarları, ötekiler, yabancılar, azınlıklar, göçmenler, Çinliler, Ruslar, İranlılar ve diğerlerine yönelik korku üretmekte usta. Korku, kinik siyasetçilerin iktidarı ellerinde tutmak için kullanmaktan çekinmedikleri, güçlü bir siyasi duygudur. Dünyanın çeşitli yerlerindeki diğer otoriter liderler Trump örneğini taklit etti.
Uzlaşma olasılığı zayıflıyor
Amerikalılar siyaseten, inançlar düzleminde ve değerler açısından bölünmüş durumda. Ilımlı sesler birlik, uyum içinde yaşama ve bir arada çalışma çağrısı yapıyor. Tüm bunlar övgüye değer hedefler fakat Amerikan toplumunun kutuplaşmış kesimlerinin birbiriyle uzlaşması olasılığı gün geçtikçe zayıflıyor. Eşitsizliği artıran ayrımcı politikaların (örneğin, zenginlerin işine gelen ve sosyal yardım sistemini mahveden çok yüksek vergi indirimlerinin) sürdürülmesi taraftarları ile, ülkedeki toplumsal ve iktisadi eşitsizlikleri azaltmak için çabalayanları nasıl uzlaştırabiliriz? Bilime ve olgusal gerçeklere dayalı savlar ile, göç ve eğitimin iktisadi getirileri ya da iklim değişikliği gibi şeyleri inkâr eden, cehalet yanlısı, yanıltmaya dönük bir yaklaşım nasıl uzlaştırılır? Teninin rengi, inancı, etnik kimliği ne olursa olsun tüm vatandaşların ilerici bir anlayış ve hoşgörü çerçevesinde kabulünü, ‘Beyazların Üstünlüğü’ öğretisi ve yabancı düşmanlığıyla bir araya getirmek mümkün müdür?
Dünyanın en zengin ve en güçlü ülkesinde, yani kendine –inandırıcılığını gittikçe yitirerek– tüm diğer ülkeler için yol gösterici rolü biçip kibirle böbürlenen bu ülkede, mevcut hükümetin, zenginleri kayırıp, toplumun en savunmasız kesimlerini gözardı eden sosyal ayrımcılık politikaları, ancak ve ancak, varlıklılara dönük kin oluşması ve yoksulların hor görülmesi sonucunu doğurabilir. Sosyal adaletin sağlanamaması ve eşitsizlik, nihayetinde demokrasiyi olumsuz etkiler. O zaman güç sahipleri cebir ve baskıya başvurmak zorunda kalır; kentlerde eli silahlı adamlar ve tanklar dolaşmaya başlar. Güçten yoksun olanlar sisteme güvenlerini yitirip sokaklara yönelir. Bunun nereye varacağını kimse öngöremez.