Bir zamanlar devlet alkollü içki üretirdi. Rakıya ‘devlet ayranı’ dendiği zamanlarda devlet sadece rakı değil, bira, şarap ve likör de üretiyordu. 1930’lu yıllarda İnhisarlar İdaresi adı altında yapılan üretim, sonraları Tekel adı altında devam etti.Bence likör yapmak, misafire likör ikram etmek sadece güzel bir şeyler tüketilmesine değil, eskinin incelikli âdetlerinden birinin yaşatılmasına da vesile oluyor.
Üstelik, devletin ürettiği likörler, çoğunluğunda taze meyve kullanıldığı için dünya çapında önemli ürünlerdi.
İnhisar İdaresi, yüksek alkollü içki üretimini tekelinde bulunduran devlet kurumu. Bugün alkollü içki üreticisini nefes almaya çalıştığı her yerde boğmaya çalışan yeni ceberut devletle pek alakası olmayan bir durum... Gerçi 2000 yılında üretimine son verilen ve yıkılan Mecidiyeköy Likör Fabrikası’nın sadece gastronomik değil, mimari bir değeri de vardı. 1931 yılında inşa edilmeye başlamış, ‘ilk büyük modern inşaat’ reklamlarıyla tanıtılmıştı. Ünlü mimar Rob Mallet-Stevens tarafından yapılmış olan bu fabrika, çok değerli bir yerde bulunan araziye birkaç büyük blok dikmek amacıyla, kaşla göz arasında yıkılıverdi. Orada yapılan inşaat, asansöründe 10 işçinin öldüğü bir utanç abidesi olarak kalacak, İstanbul’un göbeğinde.
Reyhan Yaman’ın ‘Likör Hikâyeleri’ başlıklı kitabında (Can Yay., 2016), likörün erken Cumhuriyet döneminde bir nevi çağdaşlık göstergesi olarak kullanıldığını görüyoruz. Kitapta, özel günlerde uçaklardan minik şişelerin Cumhuriyetin 10. yılı şerefine ve bir sene sonra İran Şahı onuruna paraşütle halka dağıtılmasının hikâyesi de yer alıyor. Dağıtımı yapan, Türkiye’nin ilk pilotlarından Vecihi Hürkuş.
8 Şubat 1938 tarihli Akşam gazetesinde ‘Bayram geliyor...’ başlığıyla yer alan İnhisar Likörleri ilanı, ‘Likör aldınız mı?’ alt başlığıyla ve “Misafirinizi ağırlamak için en nefis ikramın İnhisar likörleri olduğunu unutmayınız” cümlesiyle devam ediyor.
Bizim eve nane ve muz likörü dışında hazır likör hemen hiç girmemiş olsa da, devlet artık kendi ürettiği likörün reklamını yapmasa da, likör denince benim aklıma hâlâ iyi şeyler geliyor. Örneğin, adada mamamın yaptığı likörler... Özellikle de vişneden yaptıkları. Nadin, mamamın tarifiyle, onun baharatları sardığı bezi ve kavanozu kullanarak, onunkiler kadar güzel likörler yapıyor. Yıllarca, ondan kalan son likörleri neredeyse bir ayin havasında, damlalıkla içtikten sonra, Nadin’in yaptıkları da beni çok tatmin ediyor.
Bence likör yapmak, misafire likör ikram etmek sadece güzel bir şeyler tüketilmesine değil, eskinin incelikli âdetlerinden birinin yaşatılmasına da vesile oluyor.
Likör, düşündüğümüzden daha eskilere dayanan bir gelenek. Meyve, baharat ve bitkileri şeker ve alkolle karıştırıp lezzetlendirmek üzerine kurulu bir mantıkla üretiliyor likör. Adı da, Latince ‘liqureface’ (akışkan hale getirmek) kelimesinden türetilmiş. Ortaçağ’da keşişler tarafından üretilmeye başlamış, hâlâ çok popüler olan pek çok marka var.
1430-1512 yılları arasında yaşamış Alman kimyacı ve botanikçi Hieronymus Brunschwig, kitabında likörlerin her derde deva olduğunu, biti, pireyi kovduğunu, içenin düşünme gücünü artırdığını ve cesaret verdiğini söylüyor. Hepsinin de doğru olduğuna şahitlik edebilirim.