Nefret söylemi ve icraatlarıyla dolu bir haftayı geride bıraktık. Geride bıraktık mı, orası da hayli kuşkulu ya...“Bu da nereden çıktı?” diye baktığınız bir haber ya da yorum, bir süre sonra bir bakarsınız, en yetkili ağızlarda bir başka versiyonuyla yer bulur olmuş. İkili bir mekanizma işler burada.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “kılıç artığı” sözleri Ermeni toplumunu bir kez daha yaralarken, bir baktık ki, Bakırköy Ermeni Kilisesi’nin kapısı 8 Mayıs Cuma sabahı yakılmak istenmiş.
Bunlar bize hep münferit vakalar olarak sunulur ama öyle olmadığını iyi biliyoruz. Bu tür saldırılar siyasilerin nefret söylemleriyle her zaman atbaşı gider. Saldırgan yakalandı ama sonuçta elimizde Bakırköy Kilisesi ve diğer kiliselere yönelik nefret söylemi saldırılarından oluşan geniş bir envanter var.
En az bu olay kadar önemlisi de, ‘Gerçek Hayat’ adlı, AKP’ye yakın bir dergide yer alan bir şema oldu. ‘FETÖ’nün Ayakları’ başlıklı şemada Yahudi, Ermeni ve Rum dinî temsilcilikleri Gülen Cemaati’nin organları olarak gösteriliyordu. Ayrıntılar ilgili haberimizde yer alıyor.
Her üç toplumun dinî ve sivil temsilcilikleri bir açıklama yaparak bu karalama haberini kınadılar ve sorumlu organların böylesi haberlere, karalamalara karşı adım atmasını istediler. Son derece haklı bir talep.
Ama gelin görün ki ne oldu? Bu açıklamaların yayımlanmasından bir gün sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan korona önlemleriyle ilgili basın toplantısında, sözü tuttu, Ermeni ve Rum lobilerine getirdi. Dedi ki “Meydanı FETÖ’den PKK’ya, Ermeni ve Rum lobilerinden Körfez kaynaklı husumet odaklarına kadar, şer güçlerin hiçbirine bırakmayacağız.”
Erdoğan bir anlamda az evvel bahsettiğimiz türden haberler ilgili ‘önlem’ talep eden Ermeni ve Rum toplumlarına bu yolla yanıt vermiş oldu ve “Ne münasebet” dedi, diyebilir miyiz? Teorik anlamda diyebiliriz.
Bu durum bize milliyetçi rejimlerle ilgili bir realiteyi hatırlatıyor. İktidarla aynı dalga boyunda olan, ancak okuyucusu görece marjinal kalan, ‘aşırı uç’ diyebileceğimiz yayınlar genelde ‘münferit vakalar’ olarak takdim edilir. Ancak bu yanıltıcıdır. Totaliter olmak, tüm toplumu kendi istediği hizada tutmak isteyen, bu yola meyilli sağcı-milliyetçi rejimlerde ‘aşırı uç’ hiçbir zaman aşırı uç değildir.
Bu örneklerde ‘aşırı uç’ aslında rejimin bir tür sözcüsü konumunda olmakla, rejimin açık açık diyemediklerini söylemekle kalmayıp, rejime bir tür ayar da verir, onu hizaya çeker. Bunu mevcut tabloya bakarak söylemiyorum. Bu tür rejimlerde her zaman gördüğümüz bir olgudur bu.
“Bu da nereden çıktı?” diye baktığınız bir haber ya da yorum, bir süre sonra bir bakarsınız, en yetkili ağızlarda bir başka versiyonuyla yer bulur olmuş. İkili bir mekanizma işler burada. ‘Aşırı uç’ denen akım yukarı bakar, neye yeşil ışık yakıldığını görür ve bir tür buzkıran gibi ilerler. Böylece en irkiltici sözlerin dolaşıma girmesini, ‘normalleşmesini’ sağlar. Beri yandan rejim de hem bunlardan faydalanır, hem de bu çevrelere yol açar. 1930’ların dünyasına bakmak, o rejimlerin tuğlalarını nasıl adım adım ördüğünü görmek yeterlidir.
O kadar uzağa gitmeye de gerek yok zaten. 1990’lar AB karşıtlığının ve buna bağlı milliyetçiliğin, azınlık karşıtlığının tavan yaptığı dönemdi. Bunu açıkça savunan bir rejim belki bugünkü anlamda yoktu ama ‘devlet’ belli kurumlarıyla bu tür yayınlara her zaman müsamahayla bakardı. Sonuçlarını 2000’lerde ve devamında çok acı biçimde gördük.
Bu laflar, yayınlar boşlukta kaybolup gitmiyor. Birikiyor, birikiyor. Ve tablo şimdiden ciddi bir alarm veriyor.