İsa, “Size şunu söyleyeyim, bunlar susacak olsa, taşlar bağıracaktır!” diye karşılık verdi.Tüm suçların ve yalanların er geç gün yüzüne çıkmak gibi bir huyu var. Bazen bir mülakatta, en üsttekilerin sözlerinin satır aralarında, bazen su baskını toprağı taşıyınca topraktan çıkan kemiklerde, bazen ölmekte olan bir ninenin son sözlerinde, bazen nüfus kayıtlarında, gerçek hep ortaya çıkıyor.
Luka 19:40
Babam bizimkilere kızdığında “Oğlum, bizden bir halt olmaz, hepimiz kılıç artığıyız zaten” derdi. Yani biz bilirdik kılıç artığının ne demek olduğunu. Kesenler kesmekten yorulduğu için kesilmeyen ya da artık yeterince kesilmiş olduğu düşünüldüğünden kesilmemiş olanlar demekti. Hasbelkader yaşayanlar demekti. Hasbelkader yaşıyor olmak... Kendimizce bir kılıftı bu, içinde olduğumuz korkunç durum için. Neden kafamızı fazla kaldırmadığımızı, neden daha fazla mücadele etmediğimizi isyanla her soruşumda, babamın tevekkül dolu cevabı bu olurdu.
‘Kılıç artığı’ olduğumuzu biliyoruz ve öyle olduğumuzu anlatmaya çalışmakla geçiyor zamanımız.
Başkaları bu ifadeyi kullandıkça, siz anlamasanız da, biz hasbelkader hayatta kalanlar olarak, ne denmek istediğini çok iyi anlıyoruz.
Ama hayat komik. Tüm suçların ve yalanların er geç gün yüzüne çıkmak gibi bir huyu var. Bazen böyle bir mülakatta, en üsttekilerin sözlerinin satır aralarında, bazen su baskını toprağı taşıyınca topraktan çıkan kemiklerde, bazen ölmekte olan bir ninenin son sözlerinde, bazen nüfus kayıtlarında, gerçek hep ortaya çıkıyor.
Ama öğrenmek ve bilmek bir tercih meselesi.
Tercihini bu yönde kullanmayanlar da biliyorlar aslında, her köşeden cesetlerin çıktığı bir memlekette yaşadıklarını.
Baskın Oran’ın ‘M.K. Adlı Çocuğun Tehcir Anıları: 1915 ve Sonrası’ başlıklı bir kitabı var. 2005 yılında İletişim Yayınları’ndan, CD ilaveli olarak çıkmıştı. Adanalı Manuel Kırkyaşaryan, dokuz yaşındayken başına gelenleri bir çocuğun gözünden ama yaşlı bir adamın kelimeleriyle anlatıyor kitapta. Baskın Oran’ın bir yazısında alıntıladığı bir kısmı aynen şöyle:
“Ve dedik, burası Derzor çölüdür, devamı var, şimdik devam ediyoruz. 1925 senesiydi, vakıtlar yaz, ben ise Halep’te Topçuyanların garacında vorşopta zanaat öğreniyordum. Yani orada çalışıyordum.
Günün birinde baktım ki, bir böyük otombil yüklü garaca geldi. Üstü gayet yüksek çuvallarınan yüklenmiş bi şeyler varıdı. Dedim, ‘Ne gadar yüklemişler bunu, ağır değil mi?’ Ve bana dediler, ‘Hayır, ağır değildir, hafiftir. Öyle çok görüküyor fakat hafiftir.’ ‘Nedir,’ dedim, ‘çuvalların içindeki?’ Bana dediler, ‘Onun içindekinler, vaktında Ermeni muhacirleri ki, Derzor çöllerine gittiler ve yani götürdüler ve orada öldürdüler, onların kemikleridir’ dediler. ‘Ne yapacaklar bunu?’ dedim. Dediler bana, ‘Bir şirket Evropa’dan gelmiş bu kemikleri toplatıb alıb İskenderun Limanı’na götürecek ve ordan vapura yükledip Evropa’ya yollayacaklar.’ ‘Ne yapacaklar?’ dedim. ‘Orasını bilmeyiz’ dediler.
Heralda bir şeye kullanacaklarıdı. İki defa böyle rast geldim. Böyük otombil yüklüydü. İşte, Evropalılar Ermenileri alet deyi gullandılar, canlarını ve kemiklerini bile alıp kendilerine menfaat içün gullanıyorlar.”
Bu hikâyeyi destekleyen başka bir haber, New York Times’ın 23 Aralık 1924 tarihli sayısında yer almış: “Marsilya acayip bir hikâyeyle çalkalanmaktadır. Limana Zan adlı İngiliz bandıralı bir gemi gelmiştir ve taşıdığı yük 400 ton insan kemiğidir. Söylendiğine göre kargo Marmara Denizi kıyısındaki Mudanya’dan yüklenmiştir ve Küçük Asya katliamlarında öldürülenlerin kemikleridir. Yine dolaşan söylentilere göre, bir soruşturmanın başlatılması beklenmektedir.” (bkz. devrimcikaradeniz.com)
Yüzyılın başında Anadolu’da öldürülen insanların kemikleri belki çok nadide porselenlerde kullanıldı, belki başka değerli malzemelerin üretiminde. Bütün dünyaya sızan bir açık yaranın sızısı aslında bu yaşadığımız.
Bugün olmazsa yarın, biz değilse dağlar taşlar konuşacak.
Ama her şey ortaya çıkacak.