Ekranlarda haber bültenleri, seçim gecesini andıran görüntüler eşliğinde sunuluyor. Ülkelere göre vaka ve ölü sayılarını veriyorlar. Ölen yüzlerce insan birer rakam olarak önümüzden geçiyor. Sunucu, çok hissiz bir ses tonuyla, bu toplu sayılardan bahsediyor. Hiç düşünmüyor; o sayıların hepsi bir anne, bir baba, bir evlattı, birilerini seviyor, bazılarından nefret ediyor ve yaşıyorlardı. Sayılara indirgendiklerinde kabullenmek kolay oluyor galiba.Ölümlerin birer sayıdan ibaret olmadığının, ölenlerin birer insan olduğunun farkına varırsan işler değişiyor. O zaman büyük bir acının, çok büyük bir adaletsizliğin yaşandığını konuşmak zorunda kalıyorsun. Bir yerlerde büyük bir suçun işlenmiş olduğunu biliyor olmak, üstelik o suç cezasız kaldıysa, önce adalet duygusunu, sonra tüm duyguları köreltiyor.
Biz iyi biliriz insanların sayılar yerine konmasını. Koca koca adamların, Ermeni Soykırımı’nda hayatını kaybedenler üzerinden pazarlıklar yaptığını çok görmüşüzdür. “300 bin”, “800 bin”, “1,5 milyon” sözleri havada uçuşurken, o ruhsuz sayıların insanları temsil ettiğini unuttuklarını fark etmişizdir.
Sadece sayılarla, el değiştiren mülklerle alakalı konuşmalar, ölenleri insan olmaktan çıkarıp birer istatiksel veri haline getiriyor. Cinayetleri savunmak için en kestirme yol bu belki de.
Ölümlerin birer sayıdan ibaret olmadığının, ölenlerin birer insan olduğunun farkına varırsan işler değişiyor. O zaman büyük bir acının, çok büyük bir adaletsizliğin yaşandığını konuşmak zorunda kalıyorsun. Bir yerlerde büyük bir suçun işlenmiş olduğunu biliyor olmak, üstelik o suç cezasız kaldıysa, önce adalet duygusunu, sonra tüm duyguları köreltiyor. Garip bir lanet altında yaşıyor olmamızın sebebi bu olabilir mi diye hiç düşündünüz mü bilmiyorum.
Bugün yaşadığımız, sokaklarında gezdiğimiz, âşık olduğumuz, nefret ettiğimiz bu şehirlerin, kasabaların, köylerin eski sakinlerinin öldürüldüğünü, tecavüze uğradığını, bir gece vakti hiçbir yerin ortasındaki bir çöle doğru yola çıkarılıp ölmelerinin beklendiğini, ilk kuytuda belki kendi komşuları, belki de hapisten çıkarılıp silahlandırılmış çeteler tarafından öldürüldüğünü hiç düşünmeden nasıl yaşarız ki?
Düşünmeseniz bile cesetler bazen bir yerlerden taşarlar. Bir inşaatın temeli kazılırken, bir mağaranın derinlerinden, yağmur toprağı sürüdüğünde bazen, ortaya yüz yıllık kemikler saçılır. Kafamızı çevirince görmeyeceğimiz kemikler.
Hep beraber üstesinden gelmemiz gereken bir sorun bu soykırım. Konuşmaya, taraf tutmadan bu büyük acının izlerini konuşmaya başlamak zorundayız. Rakamlarla, mallarla mülklerle değil, ölenleri, hayatları pahasına komşusunu kurtarmaya çalışanları konuşmak zorundayız. Yitirilen fırsatlara ve uğranan adaletsizliğe isyan etmek zorundayız.
Askerî gereklilik, savaş şartları falan demeden, olan biteni düşünmekle başlayabiliriz mesela. Düşünüp sorular sorarak... 100 sene önce Anadolu’da var olan 2500 kiliseye, 2000’e yakın okula ne oldu? İçindekiler nereye gitti? Bugün bu memleket Ortadoğu’nun en az gayrimüslim yaşayan ülkesi haline nasıl geldi?
Geçenlerde bir gazeteci, Twitter’da, fikirlerini beğenmediği bir Ermeni yazara soruyordu alay ederek, “O bu memleketi neden bu kadar seviyor?” diye.
Bilmiyorum, seviyoruz işte. Bir açıklaması yok. Burada büyüdük diye, her taşın altında bir izimiz var diye. Burada doyduk, âşık olduk, kavga ettik, dayak yedik diye. Taşına toprağına isimler verdik, bayramlarımızı onlara adadık, toprağın verdikleriyle mucizeler yaratmaya soyunduk diye belki. Bilmiyoruz ama seviyoruz.
Çok sevdiğimiz için de suçun olağan olmadığı, topraklarından cesetlerin fışkırmadığı, evden çıkarken annelerin çocuklarına Ermenice, Kürtçe, Rumca, Süryanice, Ladino konuşmasınlar diye tembihte bulunmadığı bir ülkede yaşama hayalini seviyoruz.
Bu yaşadığımız cehennemin cennete dönmesinin tek bir yolu var. Adalet sağlamalıyız. En azından vicdanlarımızda adalet sağlamalıyız. Ve adalet, ancak gerçeklerin bilinmesiyle yerini bulur.
“Gerçeği bileceksiniz ve gerçek sizi özgür kılacak.”