YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

“Çok iyi” olmaktan başka çareleri var mı?

Suriyeli Mahmud’un başından geçenleri düşünürken, insan ister istemez Ermeniler’in durumunu da düşünüyor. Mesela aklım hemen yeni tanıştığım insanların bana genellikle söylediği ve diğer Ermeniler’e de söylendiğinden emin olduğum şu cümleye gitti. “Bizim Ermeni komşularımız vardı, çok iyi insanlardı...”

“Mahmud tırnaklarıyla kazıyor, kardeşimizi ve eşini enkazdan çıkarıyor. Sonra evinde ziyaret ediyor. Bu iş herkesin karı değil. Biz kardeşlik duygusuyla bugüne kadar bu mücadeleyi veriyoruz. Bu arada Fahrettin Bey, Mahmut kardeşimize vatandaşlık verilebilir mi diye soruyor şimdi. Ne demek verilebilir mi? Tabii ki verilir. Verdik gitti. Burada okuyor, Türkçe de biliyor. Ailesine de vatandaşlık veririz.”
Bu sözler Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ait. Bahsettiği kişi Elazığ depremi sonrası bütün gazete ve televizyonların haber yaptığı Suriyeli Mahmud el Osman. Deprem sonrasında Dürdane Aydın ve eşi Zülküf Aydın'ı enkazı elleriyle kazarak kurtarmıştı. Biz bu olaydan Dürdane Aydın’ın enkazdan kurtarıldıktan sonra kameralara yaptığı açıklama ile haberdar olduk. Şöyle diyordu Aydın: “Biz hani Suriyelilere taş atarız ya, o çocuk tırnaklarıyla kazıya kazıya, elleri paramparça beni oradan çıkardı” 
Bu sözleri okuyunca ürpermiştim. “Hani biz taş atarız ya...” Öylesine doğal bir halde söylüyordu ki bunu. 
Bu sözleri duyunca Suriyelilere yönelik düşmanlığın bilhassa Anadolu’da ne boyutlarda olduğunu bir kez daha, hem de acı biçimde farketmemek mümkün değildi. 
Sözel anlamada dile getirilen nefret söyleminin yanısıra demek ki birçok yerde Suriyelilere ya da başka göçmenlere öylesine taş atmak, çok doğal bir eylem haline gelmişti. 
Bu olaydan sonra, yani Mahmud el Osman’ın Dürdane Aydın ve eşini enkazdan kurtarmasından sonra Mahmud bir kahraman haline geldi. Dürdane Aydın hastaneden çıktıktan sonra Mahmud ile buluştu, bu buluşma kameralar önünde gerçekleşti, olayın iki kahramanı birbirine sarıldı. Dürdane Aydın, Mahmud’un annesinin Suriye’de olduğunu öğrenince “Ben seni artık bırakmam” diye konuştu.
İki yıl önce Suriye’nin Hama kentinden Hatay'a gelen ve üniversite eğitimi için 3 ay önce Elazığ'a yerleşen bir göçmen Mahmud el Osman. Deprem anını şöyle anlatıyor:
"Sarsıntı bitince ben de yıkılan bölgeye gittim. İnsanların sesini duydum. Sonra enkaz altından kadının ve eşinin sesini duydum. Ellerimle enkazı kaldırmaya çalıştım, çevredeki gençlerden de yardım istedim ve birlikte çalıştık. Önce adamı enkazdan çıkardık sonra kadının üzerine düşen parçaları çıkarmaya çalıştım. Kadının bacağının üzerine düşen büyük parçaları ellerimle kaldırdım, ondan sonra kadının bacakları serbest kaldı. Böyle olunca kaldırıp çıkardım. Ekipler de hastaneye götürdü.”
Bütün bu iyilik hikayesinde beni ister istemez huzursuz eden bir şeyler var elbette. O da şu: Göçmenler, azınlıklar, çoğunluk tarafından kabul görmek için mutlaka böyle “Çok iyi” mi olmalıydılar? Görünen o ki öyle. 
Bunu sadece bir örnekten yola çıkarak söylemiyorum. Geçtiğimiz yıllarda Fransa’da Afrikalı bir göçmen, düşmek üzere olan bir çocuğu binaya tırmanarak kurtarmıştı. O da Fransa’da  hemen kahraman olmuş ve vatandaşlık kazanmıştı. 
Ne yazık ki böylesi bir kahredici denge var. Göçmenler, azınlıklar kendilerini neredeyse canlarını ortaya koyacak biçimde ispatlamadıkça çoğunluk tarafından kabul görmüyor, tam tersine itiliyor, horlanıyorlar.
Bunu bu ülkede son beş altı yılda gayet derin biçimde yaşadık. Üstelik bu artık bilimsel bir veri haline bile geldi. Hrant Dink Vakfı’nın düzenli olarak yayınladığı “Nefret Söylemi” raporlarında Suriyeliler, en çok nefret söylemine maruz kalanlar listesinde bir süredir eğer ilk sırada yer almıyorlarsa, mutlaka ilk üç sırada bulunuyorlar. Diğerleri kolaylıkla tahmin edebileceğiniz gibi Ermeniler, Yahudiler. 
Bunda hiç şüphesiz milliyetçi, ırkçı basının, sosyal medyada sürekli nefret kusan şahısların payı var elbette, ancak toplum da ne yazık ki buna hazır. Ya da hazır tutuluyor. 
Ve Suriyeli Mahmud’un başından geçenleri düşünürken, insan ister istemez Ermeniler’in durumunu da düşünüyor. Mesela aklım hemen yeni tanıştığım insanların bana genellikle söylediği ve diğer Ermeniler’e de söylendiğinden emin olduğum şu cümleye gitti. “Bizim Ermeni komşularımız vardı, çok iyi insanlardı...”
Hiç şüphesiz iyi niyetle söylenmiş bir cümle bu. Yani toplumda ne yazık ki zemin bulmuş Ermeni düşmanlığına katılmadığını vurguluyor, bu cümleyi söyleyen kişi. Bu açıdan iyi niyetle yaklaşıyor. Ancak ben bu cümleyi her duyduğumda ne zamandır içimden şu yanıtı veriyorum: “Başka çareleri var mıydı?”
Bu milliyetçi, ötekileştirici atmosfer içinde Ermeniler elbette çok iyi insanlar olacaklardı, daha doğrusu çok iyi insanlar olmak zorundaydılar, çünkü başka çareleri yoktu. En küçük bir yanlışlıklarında, ki bunun siyasi olması da hiç gerekmez, kaşların hemen çatılacağını bilmiyorlar mıydı? Daha doğrusu bilmiyor muyduk? 
Göçmenler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, hep çok iyi olmak zorundalar. İyi bile değil, çok iyi.