Taraf gazetesinin PKK ile Suriye konularında son zamanlardaki genel yayın politikasıyla uyuşmadığını söyleyen Orhan Miroğlu, son yazısının kısaltılmak istenmesi ve gazetede yayımlanmazken internet sitesinde yer alması üzerine 5 yıldır köşe yazarlığı yaptığı gazetesi ile yollarını ayırdığını açıkladı. Miroğlu'nun 3 yazıdan oluşmasını planladığı yazı dizisinin birinci ve ikinci bölümü haber sitelerinde yayınlanmaya başladı.
Orhan Miroğlu'nun, 'Bir zamanlar devletin yaptığı ancak zamanla bıraktığı psikolojik harekatı şimdi PKK'nin yaptığı' fikri üzerine temellendirdiği ve 3. bölümden oluşmasını planladığı yazı dizisinin ilk iki bölümünü aşağıda okuyabilirsiniz.
Orhan Miroğlu, ‘Vur kendini dağlara’ başlıklı yazısının gazetede yayımlanmaması nedeniyle dün Taraf'tan ayrıldığını açıklamış, “Taraf’a yazı yazmanın artık benim için miadı doldu” demişti.
Miroğlu Taraf gazetesinin Şemdinli ve Suriye olaylarıyla ilgili attığı manşetleri eleştirmiş, gazetenin baş yazarı Ahmet Altan ile fikirlerinin örtüşmediğini belirtmişti.
(A Haber'de yayınlanan Akşama Doğru programından / ensonhaber)
Miroğlu'nun kısaltılması konusunda anlaşmazlık yaşadığı ve Taraf gazetesinde yer almazken internet sitesinde yayınlandığını belirttiği yazısı:
VUR KENDİNİ DAĞLARA!
VUR KENDİNİ MAXMUR’A!
Türkiye nüfusunun önemli bir bölümü bence artık realitelerden iyice koptu,derin bir ulusal huşu içinde yaşıyoruz, yas bitmiyor, acılar tükenmiyor, nereye baksan sıra sıra tabutlar, ağıt yakan kadınlar var.
Bu tablo içerisinde Türkler bana biraz daha makul görünüyor.
Kürtler ise suskunluk,endişe ve psikolojik harp arasında bir araftalar.
Düz ovada siyaset yapmak onları bunaltıyor artık.
Onlar da kendilerini dağlara vuruyorlar, ellerindeki muazzam siyasi imkanlara değil, dağdakilerin ellerinde tutuğu silaha ve psikolojik harbe güveniyorlar.
Bir yanda devlet, bir yanda PKK.
İlki yavaş yavaş hakikate yaklaşırken, diğeri yani PKK geleceğini psikolojik harbe bağlamış görünüyor.
Devletin geçmişte yürüttüğü psikolojik harp metotlarından uzaklaşıp, gerçeğe dönmesi kolay olmadı.
Türkiye neredeyse 2000’li yıllara kadar, sanki sanal bir mücadelenin içindeymiş gibi, sanki 20 yıl ülkenin belli bir bölgesinde adeta iç savaşı andıran bir çatışma yokmuş gibi gösterildi.
Oysa o tarihe kadar çatışma sadece dağlarda değil, şehirlerde de sürmüş, sivillere karşı binlerce faili meçhul cinayet işlenmiş, köyler boşaltılmış, Türkiye’nin tarihindeki en büyük iç göç hareketi meydana gelmiş ve resmi açıklamalara göre 28 bini PKK’li olmak üzere 35 bin insan hayatını kaybetmişti.
Bu iç çatışma manzarası, ‘düşük yoğunluklu savaş olarak’ tanımlandı.
Nihayet 1999 yılında Öcalan yakalanıp Türkiye’ye getirildiğinde, artık ortada üstü örtülecek bir şey kalmamıştı.
PKK liderinin, mahkemeye sunduğu ve gerek yazılı, gerekse sözlü olarak yaptığı savunmalar aslında bütün gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyordu.
Öcalan artık İmralı’daydı, ama aynı yıl yapılan yerel seçimlerde HADEP büyük bir başarı sağlamış ve aralarında Diyarbakır’ın da olduğu beş büyük şehrin belediye başkanlığını kazanmıştı.
1999 Türkler’in ve Kürtler’in, Kürt sorununda gerçeklerle yüzleşmeye başladığı yıl olarak görülebilir.
Türkiye bu yıl itibariyle mücadele ettiği bu örgütün artık siyasallaşmış bir örgüt, dağdaki birkaç militandan ibaret bir örgüt olmadığını anlamıştı.
Ama PKK’de savaşın miadının dolduğunu bizzat Öcalan’ın ifadeleri ve açıklamalarıyla kabul etmiş görünüyordu. Mücadele artık silahsız ve hak temelli bir mücadele olarak sürebilirdi.
Bu tarihe gelinceye kadar, siyaset kurumu, alanı tamamen askerlere terk etmiş ve siyasetin gerçeği halktan gizleyen psikolojik harp metotlarının gönüllü savunucusu olmaktan başka bir işlevi kalmamıştı.
Sivil-asker ilişkileri o yıllardan başlayarak, son on yılda büyük bir değişim geçirdi.
Türkiye kendi Kürt sorununda ve bu sorunun bir parçası haline gelen, iç içe geçen PKK’yle mücadele stratejisinde artık psikolojik harbi esas alan bir yerde durmuyor.
Tabular bir bir yıkıldı ve bu ülke Oslo gibi bir süreci yaşadı.
İzlenen politika geçmişte PKK’yi askeri ve siyasi manada yok edeceğine inananların hayata geçirdiği politikalardı, ama sonuç vermedi.
Şimdi artık PKK’yi yok etmekten bahseden kimse kalmadı. Ya da böyle birileri kaldıysa da, onlar süreci belirleyen bir konumda değiller artık.
Devlet bir yandan PKK’yle mücadele ederken bir yandan da demokratik reformların devam etmesini yeni bir anayasa yapılmasını ve siyasi partilerin bu konuda uzlaşmasını istiyor.
Hükümet Kürt sorununda hakikatleri gizleyen bir konumdan, bu hakikatleri milliyetçi hezeyanlara kapılmadan, etnik hınç ve öfke barındıracak söylemlerden önemli oranda kaçınarak kamuoyuyla paylaşmayı benimseyen bir konuma geçti.
O kadar ki, Antep’te aralarında dört de çocuğun bulunduğu ve 9 kişinin hayatını kaybettiği saldırıdan sonra bile, Başbakan Erdoğan, kapılarını çözüm için çalacak herkese açık tuttuklarını ifade etti. Geçmişte yaşanan saldırılar karşısında da tutumu farklı değildi.
Şehit cenazelerinin kaldırıldığı günlerde dahi, PKK’nin silahı bırakması halinde her şeyi konuşabileceklerini açıklamıştı.
Dolayısıyla, ortalığı kızıştırmak için ortaya atılan ve özellikle BDP çevrelerinin dillendirdiği ‘bu hükümet Sri-Lanka modelini esas aldı, dağdaki Kürt gençlerini imha edecek ‘ yollu propagandanın kısa sürede, PKK’nin yürüttüğü ‘psikolojik harpten’ başka bir şey olmadığı ortaya çıktı.
PKK, Şemdinli baskınlarından sonra ‘psikolojik harbe’ dört elle sarılmış bulunuyor.
Devleti de psikolojik harp günlerine geri dönmeye zorluyor.
PKK’nin psikolojik harbini siyaset alanına ve kamuoyuna da, maalesef BDP’ li liderler ve şiddet meselesine, bugün artık hiçbir geçerliliği kalmamış, mağduriyet teorileriyle yaklaşan ve PKK’nin devrimci savaş stratejisine başından beri tolerans gösterenler taşıyor.
Peki, bu manzara içinde BDP’nin dağdakilerle buluşmasını nasıl yorumlamak gerekir?
Perşembeye devam edelim.
Orda bir kamp var uzakta, gitmesek de görmesek de o kamp bizim kampımızdır ve adı Maxmur’dur!
CHP, ziyaret etmek isteyip giremediği Hatay’daki kampı ziyaret edecek olan Meclis-İHK’na üye vermeyecek.
Gerekçe de, CHP’nin kampta saklandığına inandığı birtakım silahların ve delillerin ortadan kaldırılması!
Ne diyelim, sağlık olsun! Ama ben CHP’lilere yine bu ülkenin en yakıcı sorunu olan Kürt sorunu nedeniyle oluşmuş bir kampı ziyaret etmelerini öneriyorum. İnanın bu daha faydalı olur hatta artık yazılması yılan hikayesine dönen Kürt Raporu’na da katkı sağlar. Apaydın kampı bugün var, yarın olmayacak. Ama Maxmur yirmi yıldır var. Kampta yaşayanların tümü bu ülkenin vatandaşı. Vize yok, kampa girmek, geceyi orada geçirmek serbest. Diyarbakır CHP il Başkanlığına seçilen değerli politikacı ve sevgili dostum Haşim Özkoyuncu’ya program hazırlaması için bir telefon yeterli.
Hadi CHP, vur kendini Maxmur’a ve Kürt sorunuyla yüzleş!
Not: ‘Kürt Aydınının Trajedisi’ yazılarının üçüncüsü ve sonuncusu cumartesiye kaldı, merak edenlere duyurulur. /
Orhan Miroğlu'nun yazı dizisinin henüz yayımlanmayı bekleyen 2. yazısı:
DAĞA VE BAYRAĞA DAİR..
Borsada değeri giderek artan hisse senedi gibi dağ mistifikasyonu sanki her geçen gün daha bir değer kazanıyor.
Gece PKK’liler dağlara bayrak asıyor, gündüz olunca bu sefer de askerler aynı bölgeye kocaman bayrakları götürüp dikiyor.
PKK, son zamanlarda Şemdinli üzerinden ilginç bir pskolojik harp uyguluyor, ve BDP bu psikolojik harbin tam ortasında yer alıyor.
Siyasi temsil bakımından Meclisin dördüncü büyük partisi olan bir partinin, umudunu ve geleceğini PKK’nin önüne koyduğu psikolojik harbe bağlaması, başta bu partiye oy veren Kürt seçmenler olmak üzere, bütün Türkiye için bir kayıptır.
Sayın Demirtaş Şemdinli hadiselerinden sonra ortaya bir iddia attı.
Buna göre hükümet gerçeği halktan gizliyor çünkü Şemdinli kırsalı ve 400 kilometrekarelik bir alana yayılan bir toprak parçasını, devlet değil artık PKK kontrol ediyor.
Hem de 700 kişiyle..
Bence ortada PKK’nin ve onun isteği üzerine de BDP’nin realitelerden koptuğu bir durum söz konusudur
Keşke PKK daha fazla geç kalmadan gerçeğe uyanabilse..
Bunun olabilmesini en çok arzu edenlerdenim.
Ama nafile bir temenni ve nafile bir arzu bu; öyle görülüyor ki, Türkiye’nin siyasi zemini, ve bu zeminin giderek demokrasi yönünde güçlenecek olması hiçbir şekilde PKK’yi tatmin etmeyecek ve PKK, demokrasi güçlendikçe silahın ve şiddetin önde olduğu psikolojik harp yöntemlerine dört elle sarılmaya devam edecek.
Bir hayli hazin ve bir o kadar da ironik bir durumla karşı karşıyayız.
Çünkü devletin PKK’ye karşı mücadelede psikolojik harbi terk ettiği ve hakikate dönmeye başladığı bir dönemde, PKK filmi tekrar başa sarıyor ve ‘kurtarılmış bölge’ hayalleriyle hem kendini hem Kürt siyasetini, hem de kendisine inananları reel siyasi bir zeminde değil, sadece ulusal hissiyattan, dahası etnik hınç ve öfkeden beslenen psikolojik bir zeminde tutmaya çalışıyor.
Devletin Kürt sorununda tamamen güvenlik eksenli bir politikayı cumhuriyetten bu yana sürdürüyor olmasının maliyetini nasıl ki bu halk ödediyse, PKK’nin ‘savaş stratejisinin’ maliyetini de bugün, hiç kuşku yok ki 15-16 yaşlarında savaşa sürülen Kürt gençleri ve halkın kendisi ödüyor.
Demirtaş, ‘Şemdinli’yi PKK ele geçirdi, PKK başka toprakları ele geçirmeden gelin onunla anlaşın’ demeye gelen çağrılar yaptı.
Yani, Türkiye cumhuriyeti tarihinde bir ilkin gerçekleşmiş olduğunu ve ‘devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmının devletin egemenliğinden çıktığını’ açıkladı.
Açıkçası ‘devrimci savaş stratejisinin’ sonuç verdiğini ilan etti.
Sanki kimsenin farkında olmadığı bir gerçeğe dikkatlerimizi çeker gibi yaptı, ama yaptığı şey psikolojik harpten başka bir şey değildi. Çünkü o da böyle bir durumun söz konusu olmadığını biliyordu, nitekim daha sonra bir araya geldiği medya mensuplarına söylediklerinin yanlış anlaşıldığını ifade etti.( Ezgi Başaran, Radikal2 Eylül.)
Sayın Demirtaş’ın açıklamasını baştan sona okudum. Eğer ben de bu açıklamadan psikolojik harp sezmiş ve bu yazı bana iki yazı yazdırmışsa, sıradan vatandaşı artık varın siz düşünün.
PKK uzun zamandır bu psikolojik harbi, BDP ve gönüllü medya üzerinden sürdürüyor.
Önce CHP Milletvekili Hüseyin Aygün kaçırılıyor, ardından, BDP’nin öncülüğünde PKK’lilerle bir mizansen buluşma gerçekleşiyor.
Sonra internete gece karanlığında dağların tepesine bayrak asmaya çalışan bir PKK’ linin görüntüleri düşüyor..
Devlet de geçmişte o bölgede dağa taşa ‘Ne mutlu Türküm diyene’ vecizesini bembeyaz taşlarla veya kireçle yazdırır, Ertürk Yöndemlere ‘Anadolu’dan Görünüm’ programları yaptırır, Türkçe bile bilmeyen Kürt ağalarını TRT’ye çıkartarak, psikolojik üstünlük sağlamaya çalışırdı.
Bugün artık, böyle şeylere itibar etmeyen ve geçmişten ders çıkaran bir devlet ve hükümet var.
Psikolojik harbi devlet terk etti, şimdi PKK sürdürüyor.
Psikolojik harp senaryosunun buraya kadar olan kısmını anlamak zor değil ve ben bunu anlayabilecek durumdayım.
Anlamadığım şey Taraf gazetesinin bu psikolojik harbe bir takım haberlerle ve manşetlerle katkıda bulunmasıdır.
Felaketi haber verir gibi atılan ve Suriye’de, ‘ ikinci Kürt devletinin kurulduğunu ‘ispatlayan’ manşetlerden sonra, Şemdinli için atılan manşetler barışa ve yumuşamaya değil, PKK’nin psikolojik harbine hizmet ediyor.
Psikolojik harbin her türlüsü çok kötüdür ve hiçbir şekilde meşru değildir.
Bir ülkenin, bir halkın hakikatten kopuşu, psikolojik harbe inanmakla ve ona başvuranların haklı olduğunu kabul etmekle başlar.
Kürtler ve Türkler otuz yıl boyunca devletin psikolojik harbine yenik düştü.
Şimdi PKK’nin psikolojik harbiyle karşı karşıyayız.
Daha birincisinin yol açtığı vahamet ve acı bitmeden, Türkiye bir psikolojik harbe ikinci kez yenilmemelidir.
Ve kendi kişisel hikayesi, Kürtlerin haklı davasına yazılmış bir yazarın, Kürtlerin psikolojik harbini yazmak zorunda kalması gerçekten de çok trajiktir ve üzücüdür.
Bu durumda galiba o yazarın, ‘ulusal saflarla’ onun arasında akıp giden bir nehrin korunaklı tarafına doğru iyice geri çekilmesi ve aynı nehrin öbür yakasından atılacak taşlardan kendini iyice koruması gerekecektir.
Orhan Miroğlu
(Kaynak: Rotahaber)