‘’Amia (palamut), güzün, Ülker takımyıldızı inişteyken yakalanırBu sene ise yazın sonunun habercisi çingene palamudu hiç ortaya çıkmadı. ‘’Palamut olmazsa lüfer olur’’ avuntusu da gerçekçi olmaktan uzak gibi gözüküyor. Koca koca deryadan bizim payımıza galiba hiç balık düşmeyecekmiş gibi duruyor.
Nasıl istersen öyle pişir onu.
Onu bunu katmaya gerek yok.
Ne kadar çabalarsan rezil edemezsin bu balığı.’’
Gelalı (Sirakuzalı) Arkhistratos, İ.Ö. 350*
Adanın en hüzünlü zamanı okulların açılacağı son hafta sonuydu. Bütün bir özgürlük ülkesinin ve rahat hayatın bitişi demekti İstanbul’a inmek. Bazı arkadaşları bütün bir kış boyu görmeyecektim belki, okul başlayacaktı, sınavlar vesaireler her şey üst üste gelmiş, hayatın en zor anıymış gibi gelirdi bana. Sonradan öğrendim o günlerin ne kadar kıymetli olduğunu.
Artık adaya veda edilecek son gün, ellerde bavullar, taşınmayı beklerken bir de babalarımız son bir ada rakısı içmeye oturup mevzuyu son vapura kadar uzatırlardı ki o işte taşınma eziyetinin son aşamasıydı. Ancak biraz büyüyüp adadan okula gitmeye başlayınca bu son hafta eziyetinden kurutulmuştum.
Okulun açılacağının habercisi ise hiç sekmeyen dakikliği ile peyda olan ‘’çingene palamudu’’ olurdu. Eğer adanın semalarında mavi gir dumanlar ve bol ızgara balık kokusu alırsanız anlardınız ki artık yaz bitmeye yakındır. Bütün yaz küçük balıklarla oyalanmış ada ahalisi için palamut damakların şenlenmesi demektir. Bu zamanlar benim için pek bir şey ifade etmez açıkçası. Palamudu sevmem. Izgarası da tavası da beni pek mutlu etmez. Bazen o kadar tatsız olur ki eti, sanki sünger çiğniyormuş gibi hissederim; hele fazla piştiyse, benim için tahammül edilmez bir hal alır. Artun Ünsal, Çengelköylü Süphi Özbilen’in ağzından şöyle anlatır palamudu: “Palamut hamal balıktır. Bir sefer farz, ikincisi sünnet, üçüncüsü ise dostun hatırına yenir.”
Gerçekten ilk çıktığında bir heves yer, sonra vazgeçerim… Zaten bence palamut büyüyüp torik olsun, torik de lakerda olsun diye yaratılmıştır.
Bu sene ise yazın sonunun habercisi çingene palamudu hiç ortaya çıkmadı. ‘’Palamut olmazsa lüfer olur’’ avuntusu da gerçekçi olmaktan uzak gibi gözüküyor. Koca koca deryadan bizim payımıza galiba hiç balık düşmeyecekmiş gibi duruyor.
Aslında balığın olmamasından çok olmasına şaşmamız gerekiyor. Hiçbir şekilde kurallara uygun avcılığın yapılmadığı, balık boylarına tüketici dahil kimsenin özen göstermediği bir denizden ne bekliyoruz ki? Uskumrunun olmadığı, lüferin olmadığı, kışın habercisinin palamut olmadığı bir şehre nasıl İstanbul denilebilir?
Kentimizi, doğamızı yani kendimizi yok ediyoruz. Çok uzaklardan, Burgazada’da yapılan korkunç kuş avını anlattığı ‘’Son Kuşlar’’ öyküsünden Sait Faik bizlere sesleniyor:
“Dünya değişiyor dostlarım… Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin içi kötü olacak. Benden hikâyesi.”
* Aktaran: Phyllis P. Bober,
Antik ve Ortaçağda Yemek Kültürü:
Sanat, Kültür ve Mutfak - Eski Çağlarda Yemek Kültürü,
çev. Ü. Tansel, Kitap Yay., 2003)