Mutlaka vardır ve ben bilmiyorumdur. Hayatında İlk defa duyduğu, gördüğü ya da yaşadığı bir şeye çok hâkimmiş gibi yapmanın bir adı olmalı… Bizde değilse bile Almancada kesin vardır.Eğer dağ bayır mantar toplamak istiyorsanız, size tavsiyem ya Jilber gibi bilen biriyle gezin, ya da bu kitabı edinip iyice ezberlemeden niyetlenmeyin.
Görgü yönünden zayıf memleketlerde muhtemelen daha fazla görülen bu tavır her yerde karşımıza çıkabiliyor. Adını yeni duyduğu, en fazla iki defa tattığı üzümü “çok sevdiğini” belirtmek ya da bir defa gittiği bir şehrin bir kafesinin fotoğrafının altına “Aaa, Paris’teki gizli mekânım” yazmak gibi tezahürleri var.
Ama göründüğü kadar kolay değil bu işler. Sosyal medyada görmüşsünüzdür; “Tak sepetini koluna, haydi mantar avına” gibi bir emir duyulmuşçasına herkes mantar peşinde. Ben anlamam mantarın zehirlisi, tatlısı durumlarından. O nedenle, ailemizin şefi Mustafa (Otar) kendine mantar toplamaya Belgrad Ormanı’na çıkınca arkasına takıldık. O davet ettiğine göre iyi bir şeyler çıkar diye çıktığımız yolculuğun son yarım saatinde, bir arkadaşın “Nedir bu mantarların kilosu Allah aşkına” sözüyle devam ediyor oluşumuz, bizim avın pek hayırlı geçmediğinin kanıtıydı. Üstelik ben yeteri kadar dikkatli bir blöfçü olmadığımdan ve ormanda yürümek gibi bir alışkanlığım da olmadığından, bu uzun yürümeli fasiliteye şortla katılmak gafletinde bulundum ve dize kadar yara berenin yanında, adını bilmediğim epey lezzetsiz birkaç mantarla kapattım geziyi. Oysa fotoğraflarda herkes şahane mutlu, bereketli, tüylü çakılı, lastik botlu, sepetli ve Indiana Jones şapkalı görünüyordu.
Bu görüntülerin bir müsebbibi var: Jilber Barutçuyan. Ondan önce, mantarla alakalı haberler hep mantardan zehirlenin ailelerin faciaları olurdu. 20’li yaşlarından itibaren yurtdışında yaşamış, burada mantarları bir tutku haline getirmiş Jilber. Tutkusunu şöyle anlatıyor:
“Mantar toplamak, bir tutkudur. Balıkçılık, avcılık tutkusu neyse, nasılsa, bu tutku da öyle... Hiçbir canlıya zarar vermeme farkıyla bir ‘bulma, yakalama’ hali. Doğayla iç içe olmanın bir yolu... Bir küme kuzu göbeği mantarı karşısında kalp atışlarını hızlandıran, adrenalin yükselten bir spor...
Mantar merakı başladığında, gözler ‘Ah bir yağmur yağsa’ diye, en ufak bir bulut parçasını arar hep. Hemen bütün meteoroloji kaynaklan inceleme altına alınır. Mevsimlere ilişkin duygular tersine işlemeye başlar: Şu yaz bir bitse de mantara çıksak! Derken, Eylül gelir; e-posta ve telefon trafiği artar. ‘Sizin orada yağdı mı?’, ‘Ormana baktınız mı bugün?’, ‘Ben yeni bir sepet aldım’, ‘Avrupa’dan bir kitap getirttim’, ‘Amcamların orada porçini çıkıyormuş’…
İlk yağmurla beraber piknikçiler, yürüyüşçüler terk eder ormanı; meydan mantarcılara kalır. Yağmurluklu, şapkalı, kollarında sepet, yere bakarak yürüyen insanlar... Muhabbet ederken birbirlerinin yüzüne bakmamak olağan karşılanır bu ortamda.’’
‘Türkiye’nin Mantarları’ (Oğlak Yayınları, 2012) adlı bir kitabı var. Benim gibi konunun cahiliyseniz, kitabı okudukça, hep cahil kalacağınıza dair bir his uyanıyor içinizde. Birbirine benzeyen yüzlerce mantarın resimleri, yenip yenmeyeceği...
Yabani mantarlarla alakalı en iyi öğüdü şu: “Tüm mantarları yemeden önce iyi ateşte en az yirmi dakika pişirin.”
Kitapta ‘köy göçüren’ adında bir mantar ve ölümcül birçok diğer mantarın fotoğrafı varken yeterince iyi bir tavsiye bence.
Eğer dağ bayır mantar toplamak istiyorsanız, size tavsiyem ya Jilber gibi bilen biriyle gezin, ya da bu kitabı edinip iyice ezberlemeden niyetlenmeyin.
Yazının sonunda kendime de bir tavsiyede bulunayım. Mantar toplayan bir arkadaş edin, pişirme rüşvetiyle tüket. O kadar eziyetin sonunda tıkınmak olsa da, bir obura fazla...