Kelime’den başlayalım. Çünkü monarşi’nin tersi bir rejim adından ibaret olan “cumhuriyet” kelimesi bugün bazıları için “gavurluk” anlamına geliyor, bazıları için de “Batıcılık” ve “demokrasi”. Birincilerin durumu için doktorlar “ne yerse yesin” demişler. İkinciler ise bu kelimeyi, CB Erdoğan’ın kurduğu tümüyle antidemokratik Tek Adam düzeninin karşıt kavramı olarak kullanıyor.
Oysa “cumhuriyet”, demokrasi’yle özdeş değil. Olsaydı, 1930’lardaki Tek Parti ve şimdiki Tek Adam düzenleri cumhuriyet olmak sayesinde demokratik, demokrasinin beşiği olan B. Britanya ise monarşi olmak yüzünden anti-demokratik olurdu.
***
Cumhuriyet’in Türkiye açısından ne olduğuna geçelim: Bir “Yukarıdan Devrim” (YD). Şöyle ki:
Azgelişmiş ülkelerin iç dinamiği tembeldir. Zamanla gelişmesini beklersen çok beklersin. İktidarı bir biçimde ele geçiren aydınlar gelişmeyi hızlandırıp kültürünü aldıkları Batı’ya yetişmek için YD yapıp iç dinamikleri tetiklerler. M. Kemal Paşa da 1923’te cumhuriyeti ilan ederek aynen bunu yaptı.
Ama demokrasi getirmedi. Getiremezdi zaten. Hem eskiyi yıkıp yepyeni bir devlet ve özellikle de millet kurmak gibi çok zor bir işe girişmişti, hem de o günkü uluslararası atmosfer pro-faşist veya faşistti.
O atmosferde M. Kemal Paşa, bire-bir örnek aldığı Avrupa’nın 1789’da başladığı yerden, yani “millet” kavramını temel alan “ulusal devlet”ten başlamadı. O evreyi atladı. (Emperyalizm yarışında komşularıyla rekabet edebilmek amacıyla “tek vücut” olmak için) büyük Avrupa ülkelerinin 19. Yüzyılın son çeyreğinde vardığı yerden başladı: Ülkedeki en güçlü etno-dinsel grubun damgasını taşıyan ve başka gruplara (“alt-kimlikler”e) tahammül göstermeyen “ulus-devlet”ten.
***
Uzatmayıp çok kısa söyleyeyim: Cumhuriyet bu topraklara çok büyük atılım sağladı, İslam temelli bir ortaçağ karanlığından burnunu çıkarmasını, önünü görmesini sağladı. O YD olmasaydı bugün hâlâ “Kadınlara da oy hakkı!” diye inlemekte olabilirdik.
Diğer yandan, alt-kimliklere tahammül etmeyen niteliği yüzünden ulus-devlet, ülkedeki Gayrimüslimleri etno-dinsel arındırmaya uğratarak neredeyse kuruttu, Kürtlerin de tepesine bindi zorla asimile etmek için. İttihat-Terakki mirasının devamından ibaret bu Türkçü politikanın ülke için 2 vahim sonucu oldu:
1) Türkiye’nin sanayileşmesini en azından yarım yüzyıl geri bıraktı çünkü Gayrimüslimler bu ülkenin biricik gerçek burjuvaları, girişimcileri idiler;
2) Kurulmak istenen “millet”i işin başından parçaladı. Çünkü netice alıcı doğal asimilasyon ancak ve ancak “ulusal ekonomik pazar”ın varlığı sayesinde mümkündü ve bu pazarın ancak 1980’lerden sonra oluştuğu bu ülkede Kürtlük bilinci zorla asimilasyon yüzünden en geç 1950’lerin sonunda oluşmuştu. Bu oluşmadan sonraki asimilasyon çabaları bu bilinci ancak sivriltirdi ki, aynen böyle oldu. Şu anda bunu anlamak istemeyen Türk devleti Türkiyeli Kürtleri ülkeden buz gibi soğutmayı, yani milleti parçalamayı sürdürüyor.
***
Tek Parti dönemini burada bırakalım, bugüne gelelim. YD muazzam zaman kazandırıcı bir yöntemdi ama kaçınılmaz bir sonucu oldu ve yine kaçınılmaz bir kuralı vardı.
Sonuç: Kurumlar (yargı, parlamento, vb.) zaman içinde sindire sindire değil de bir anda “yukarıdan” kuruldukları için zayıf idiler. Kural: YD tek atımlık olağandışı bir silahtı; birden fazla atılırsa namlu atanın yüzünde parçalanırdı.
“Sonuç” açısından durum ortada; Tek Adam rejimi karşısında Yargı’nın da, TBMM’nin de, medya’nın da, sivil toplumun da hal-i pür melali önümüzde. Ama burada söylenecek çok önemli bir şey var: Bu durum sadece zaman faktöründen değil, Kural’a aldırmamaktan doğdu. Şöyle ki:
YD 1923’te yapıldı. Ondan sonra artık ülkenin yavaş yavaş oda sıcaklığına gelmesi beklenmeliydi. Nitekim gelmeye başladı da: Daha yirmi yıl (nedir ki yirmi yıl bir ülkenin hayatında!) yeni geçmişti ki 1946’da demokrasiye adım atıldı. Bundan 4 yıl sonra da 14.05.1950’de de iktidar seçimle değişti.
Fakat askerler, bir yandan ayrıcalıklı durumlarını kaybetmekten korkuyorlardı; sırf ekonomik olarak alsanız bile, enflasyonun azdığı ortamda “gazozcu subaylar” lafı çıkmıştı. Diğer yandan askerler, “Kemalist” ideolojileri fena zorladığı için, YD silahını durup durup sıktılar: 27.05.1960, 12.03.1971, 12.09.1980, 28.02.1997. Doğal gelişmeyi her seferinde böldüler. Ve namlu da Türkiye’nin yüzüne patladı: Halk, R. T. Erdoğan’ın İslamcı rejimini getirdi.
***
Sadece İslamcı olsaydı amenna; İslamcı-Türkçü oldu. Çünkü bu ülkedeki Türkçülük ile İslamcılık evlendirildiği zaman politikacılar çok daha fazla oy devşiriyordu. Bunun içindir ki, Mısırlı İslamcıların Rabia (dört) işaretini şu anda fena sıkışmış olan CB Erdoğan şöyle tanımladı: «Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Devlet, Tek Vatan». Bunun “Ein Folk, Ein Reich”la benzerliği ortada ama, İslam’la benzerliğini gören beri gelsin. İslamcı kisvesi altında bir Türk milliyetçiliğinden ibaret bu.
Bu tanım, işler kötüye gittikçe panikleyen bir Tek Adam rejiminin tükürükle alelacele yapıştırdığı, Mahşerin Dört Atlısı’nı hatırlatan acayip bir koalisyonu bir arada tutmak için yapıldı: İslamcı AKP + Irkçı MHP + Ehlileştirilmiş Ergenekon + Ulusolcular. Tek ortak paydası/yapıştırıcısı Kürt düşmanlığı olan fiili bir koalisyon bu. Bekleyin, ekonomi ve uluslararası durum kötüye gittikçe Kürtlere “operasyonlar” artacak.
İşte, bu koalisyonun iktidara gelmesine sebep olan da, zırt pırt darbe yapan, “askerî vesayet”le kafayı tütsülemek yüzünden namlunun suratlara patlayacağını görmek istemeyen darbeci askerler.
Böyle bir ortamda, “yukarıdan” kurulan kurumlar da 95 yıllık geçmişe rağmen Tek Adam rejimine teslim oluyor, en azından direnmiyor. Özellikle de, Yargı.
***
Şu andaki durum: “Türküm, Doğruyum, Çalışkanım” deyip o Türkçü atmosferde diğer alt-kimlikleri silip atan bir and’a karşı bugünkü IŞİD atmosferinde başka bir and yaygınlaştırılıyor özel “Enderun” okullarından başlayarak:
“Aleyküm selam. Bu ne güzel kelam. Yaşasın İslam. Elimizde Kuran. Kalbimizde iman, bir Allah’a inanan Müslümanız Müslüman. Ayrılmayız bu yoldan. Hep doğru yoldan. Kitaba sünnete sarılan, emirlerini yapan, yasaklardan kaçınan Müslümanız Müslüman.”
And’a laf söyleyenler, sabi sübyana dinci and içirtiyorlar. Bu gericiliğin resmen dik âlâsıdır.
***
Âlâsıdır ama, işte kurtuluş da tam orada.
Türkiye tam da bu aşırılık sayesinde kurtulacak. İki ayağının üzerine dikilecek ve bu “Türkçü-Dinci Sivil Vesayet”i bir daha insan önüne çıkamayacak hale getirecek.
Bu rezaleti yaşamamış olsaydık, kim bilir kaç kişi “Aaaaah ah! Bi Müslüman iktidarımız olsa, ah bi olsa, her şey kendiliğinden nura kavuşacak!” yavelerini tekrarlamaya devam edecekti. Şimdi geldiler, aynen Orwell’in 1948’de yazdığı “1984” romanındaki Okyanusya iktidarı gibi “Savaş Barıştır, Özgürlük Köleliktir, Bilgisizlik Kuvvettir” diye tekrarlayarak ayakta kalmaya çalışıyorlar.
Artık “ilericiler” aklını başına alsın, gericilere de geçmişler olsun. Bu aşı pek acılı oldu ama, Baba Diyalektik bu hastalığın ebedi antikorlarını da getirdi.
Demokrasi ve adalet isteyenler, biraz bekleyiniz. Sabır, Metanet, Mücadele. Yukarıdan Devrim’le kestirmeden edinilmiş olan kurumlar, bu aşı ve mücadele sonucu başlarını dik tutacaklardır artık.