Bir kez daha 12 Eylül 1980 darbesinin yıldönümünü idrak ediyoruz. 38 yıl oldu. Bu 38 yılın ilk yarısı “Bir daha darbe olur mu?” tartışmalarıyla geçti. Ancak 28 Şubat 1997’de icra edenlerin tabiriyle, ‘postmodern’ bir darbe yaşandı. Ordu yönetime el koymasa da hükümet görevi bir şekilde bıraktı. Sonrası yine “Bir daha darbe olur mu?” tartışmalarıyla geçti. 2008, 2009, geriye dönük darbe soruşturmaları ve tartışmalarıyla geçti. Bu tartışmalar hâlâ sürüyor ve sıcak. Ancak ülkemizin siyasi tarihinin bir cilvesi olarak bu darbe soruşturmalarını –büyük oranda– yürüten Gülen Cemaati ile AKP’nin arası bozulunca bu kez de 15 Temmuz 2016 darbe girişimi yaşandı ve püskürtüldü. Bu girişimin Gülen Cemaati tarafından icra edildiği yönünde geniş bir mutabakat var.İçinde bulunduğumuz rejimde ise baskı var ancak ‘sadece’ devletten kaynaklanmıyor. Bu baskı rejiminin kaynağı, devlet ile birlikte ‘toplum’un bir kesimi. Önemli bir kesimi.
Bu açıdan bakınca, ‘darbe’ atmosferinden çıkamadığımız görülüyor. Ancak burada söz konusu olan, ordu eliyle yapılan ya da yapılmaya çalışılan darbeler. Beri yandan, halihazırda daha büyük bir meselemiz var. Bilhassa 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında hükümet tarafından ilan edilen OHAL ile kendimizi içinde bulduğumuz durum, darbe koşullarından farksız. Tek fark, bu rejimin her seferinde seçmen tarafından onaylanması, her ne kadar son birkaç seçimin sonuçları şüpheli ve tartışmalı bulunsa da...
Tekrar etmek gibi olacak, ancak şu durumdayız: Binlerce kamu görevlisi mahkeme kararı olmadan işinden edildi, çok sayıda akademisyenin üniversitelerle ilişikleri kesildi, gazetelere, televizyonlara el kondu, çoğunun malı satışa çıkarıldı. Belediyeler kayyıma devredildi, başta HDP temsilcileri olmak üzere seçilmiş vekiller hapse atıldı, tutuklama furyasından gazeteciler de nasibini aldı. Birçok işlem mahkeme kararı olmadan yapıldı, verilen mahkeme kararları ise inandırıcı bulunmadı. Hepsinin ötesinde, Osman Kavala başta olmak üzere çok sayıda tutuklu hakkında iddianame bile hazırlanmadı. Kavala’nın tutukluluğu bir yıla yaklaştı. Bu fasıldan olmak üzere, kimi insan hakları savunucuları ve gazetecilerin ‘rehine’ olarak tutulduğunu söyleyebiliriz.
Velhasıl, kendimizi tekrar 12 Eylül koşulları içinde bulduğumuz ortada. Birkaç farkla. Ki bu farklar önemli. Ordu geleneksel olarak darbe yaptığında ‘normal hayat’a dönüş için bir takvim açıklardı. Ve toplum, siyasiler, kendini bu takvime uyarlardı. Bu süreç elbette darbe koşulları içinde yaşanırdı; hukuksuzluklar, işkenceler, idamlar diz boyuydu; seçime girecek adaylar vetoya uğrardı ama bir şekilde takvime uyulurdu. Mesela seçmenin büyük kısmı 1983 seçimlerinde ordunun işaret ettiği adaya oy vermedi, 1987 referandumunda ise kıl payı ile bile olsa seçim yasağı olan liderlerin yasakları kalktı. Yani bir ‘normalleşme’ süreci, ordunun ipleri elinde tutmasına rağmen, en azından perspektif olarak yürürlükteydi. Zaten 1987, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik için başvurduğu yıl oldu.
12 Mart 1971 muhtırası sonrasında da süreç benzer biçimde yürüdü. 1973 seçimlerinde, o vakitler ‘Ortanın Solu’ sloganıyla ortaya çıkan CHP birinci parti oldu. Ve MSP ile koalisyon kurdu.
Demem o ki, darbe ya da müdahale dönemlerinde elbette ağır bir baskı rejimi içindeydik ancak bu, ‘devlet’ kaynaklı bir baskı rejimiydi. Toplumdan bir süre için destek bulsa da bir süre sonra bizim kör topal demokrasimize dönme yolunda bir eğilim beliriyordu. Gelinen yer matah bir yer olmasa da, en azından böyle bir akış görülebiliyordu.
İçinde bulunduğumuz rejimde ise baskı var ancak ‘sadece’ devletten kaynaklanmıyor. Bu baskı rejiminin kaynağı, devlet ile birlikte ‘toplum’un bir kesimi. Önemli bir kesimi.
Önce AKP, sonra da Erdoğan, kurdukları rejime toplumu da ortak etmek için tüm hamlelerini kullandılar. Medyayı hâkimiyet altına alarak muhalif sesleri olabildiğince boğdular. İslamcı-neoliberal düzenlerine bilhassa 2015 seçimleri sonrasında Türkçü-milliyetçi akımı da katarak toplumu yeniden inşa etmeye çalıştılar. Toplumun bir kesimi de bu Türkçü-İslamcı-Osmanlıcı rövanşist rejime destek verdi.
Dolayısıyla artık sadece ‘devlet’ kaynaklı bir baskı rejimiyle karşı karşıya değiliz. Rejimin arkasında, kapsamı, derinliği, sadakati tartışmalı da olsa, bir kitle var. Bu kitle, fikrini, tutumunu değiştirmedikçe bu atmosferden çıkmamız kolay olmayacak.
Evet, bilhassa son seçime dair tartışmalar hâlâ hatırlarda. Erdoğan acaba yüzde 52 oy almış mıydı? Şüphesiz, Erdoğan’ın oyunun yüzde 49’da kalması, yeni bir tablo doğuracaktı. Ancak hem yüzde 49 az bir oy değildi, hem de karşıdaki muhalefet bloğunun sacayaklarından biri olan İYİ Parti’yi ‘muhalefet’ içinde sayamayacağımız, seçim sonrasında zaten kendiliğinden ortaya çıktı. Saadet Partisi ise derin bir suskunluk içinde.
Özetle, içinde bulunduğumuz 12 Eylül’ün başında mıyız, sonunda mıyız, ortasında mıyız, bilmek çok zor. Bilebildiğimiz tek şey, Tanıl Bora’nın geçtiğimiz günlerde kelime ve kavram olarak altını çizdiği ‘sebat’la, dayanışmaya devam etmek, daha özgür bir dünya için doğru bildiğimizi söylemek.