YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Failin olay yerine dönüşü

Türkiye’de devlet böyledir. Kendi yol açtığı, kabahatli olduğu bir sorunu çözmez. Özür de dilemez. Sadece konuşulmasını engellemeye çalışır. Bütün gücüyle, hışmıyla bunu yapar.

25 Ağustos 2018 Cumartesi günü, devlet tarafından kaybedilmiş, öldürülmüş evlatlarını, babalarını, kardeşlerini, eşlerini anmak ve adalet talep etmek için 700. kez toplanma hazırlığında olan Cumartesi Anneleri polis saldırısına maruz kalır iken, aynı dakikalarda bu talimatı veren İçişleri Bakanı Süleyman Soylu helikopterden bayram tatili dönüş trafiğini denetliyor, yere inip çocuklara şeker, düdük, kasket dağıtıyor, sürücülerle sohbet ediyordu. Bu konularla hiç ilgisi yokmuş gibi. Bu tip rejimlerde alışkın olduğumuz üzere, emri veren, aynı gün hiçbir şey olmamış gibi çocuklarla, vatandaşla biraraya gelirdi. Bu bir gelenekti. 
Aynı dakikalarda yıllardır oğlu Hasan Ocak için adalet talep eden Emine Ocak iki koluna polisler girmiş halde gözaltına alınıyor, şaşkınlık ve dehşet içindeki yüz ifadesi kameralara yansıyordu. Bir yandan da polis oturma eylemi yapan gruptan birilerini kopartarak gözaltına almaya çalışıyor, kimi zaman başarılı oluyor, HDP’li vekiller insanüstü bir çabayla yakınlarındaki insanların gözaltına alınmasını engellemeye çalışıyorlardı. Hrant Dink’in oğlu Arat Dink’i korumaya çalışan Garo Paylan, Ahmet Şık, Hüda Kaya ve Serpil Kemalbay’ın gayretleri de yine aynı dakikalarda Vedat Arık’ın objektifine takılıyor, 700. haftaya dair ne yazık ki unutulmaz bir kare olarak hafızalarımıza kazınıyordu.
47 kişi gözaltına alınmıştı. Bunlar arasında kayıp yakınları da vardı. Gün boyunca herkes gözaltıların peşinden koştu, vekiller o kadar hırpalanmaya rağmen hastane kapılarında gözaltına alınanların akıbetlerini takip etti. Neyse ki hepsi aynı gün serbest bırakıldı. 
Kafalarda benzer sorular. Evet 90’larda polis müdahaleleri ve gözaltılar nedeniyle oturma eylemlerine bir süre ara verilmişti ama bu aradan sonra yıllardır eylemler aralıksız yapılıyordu. Hatta AKP’nin eski zamanlarında Başbakan Erdoğan Cumartesi Anneleri’ni kabul etmiş, çözüm için vaatte bulunmuştu. Tamam artık o günler çok geride kalmıştı, kimse Erdoğan’dan böyle bir şey beklemiyordu ama eyleme müdahale? Bu neden olmuştu?
Yanıt vermek zor. Ama herhalde en yakın yanıt İçişleri Bakanlığı yapılanmasında. Uzun süredir 90’ların namlı simalarının İçişleri’nde etkili olduğu hatta emniyeti gayriresimi olarak yönettiği yazılıyor, çiziliyor. Bunlar bilinmedik haberler değil. 
Dolayısıyla bir 90’lar uygulaması olan ‘gözaltında insan kaybetme’ pratiğine dikkat çekilecek olan oturma eylemlerinin 700’üncüsü, belki de birilerinin zülfiyarine dokundu. Aynı ‘dava’dan gelen İçişleri Bakanı da talimatı verdi. Bilemiyoruz. Ama şunu biliyoruz. Türkiye’de devlet böyledir. Kendi yol açtığı, kabahatli olduğu bir sorunu çözmez. Özür de dilemez.  Sadece konuşulmasını engellemeye çalışır. Bütün gücüyle, hışmıyla bunu yapar. 
Yakınları devlet tarafından kaybedilmiş insanları 700 hafta sonra gözaltına almanın dehşetini kelimelerle anlatmak çok zor. 700 hafta boyunca geçilen o kadar dönemeçten sonra, Başbakan tarafından ağırlandıktan sonra,  olayın failleri denebilecek grubun tekrar devlete hakim olmasına ve o meydanda biber gazına, plastik mermiye, gözaltına maruz kalmak, buna tanık olmak da çok zor. 
Zaten içinde yaşadığımız dönemin, yarattığı tüm direngenliğe rağmen,  zaman zaman neden olduğu nefessiz kalma hissi biraz da bundan değil mi? Hep başa, en geriye, bazen daha da geriye dönmek, hep failin olay yerine tekrar geri dönmesi.
Bundan tam 22 yıl önce gazeteci Berat Günçıkan Cumartesi Anneleri için bir kitap yazmıştı, kayıp aileleri ile konuşarak. (Cumartesi Anneleri, Berat Günçıkan, fotoğraflar: Erzade Ertem, İletişim Yayınları, 1996)
O kitapta Emine Ocak’ın hikayesini şu sözlerle bitirmişti Berat Günçıkan:
“Hasan kaybolalı elli beş gün olmuştu. 15 Mayıs’ta çaldı Ocaklar’ın telefonu. Tanımadıkları bir ses Hasan’ın cesedinin Adli Tıp’ta olduğunu haber verdi. Gittiler. Önlerine konulan fotoğraflara baktılar. Yüzünün sol yanı jilet ya da bıçakla parçalanmış, sol omzu yanmış, koltuk altlarında morluklar oluşmuş, telle boğulmuş birine ait fotoğrafı görünce bir çığlık attı Mehmet. Bu Hasan’dı. Ya yanıldıysa? Testler yapıldı. 16 Mayıs’ta (1995) o cesedin Hasan’a ait olduğu saptanmıştı. 
Emine bir şeyler olduğunu farkındaydı. Ama ne? Söylediler. İnanmadı önce. Kezlerce sordu, neden, neden, neden? Ağladı ağıtlar yaktı. Onlar ararken, her yere adreslerini, telefon numaralarını bırakırken, Kimsesizler Mezarlığı’na gömülmüştü Hasan. Mezarı açtılar. Emine üzerine kapandı oğlunun. Ama şimdi ağlamanın sırası değildi. Kınasını yaktı eline, kefenlenişini izledi, üzerine toprak atılışını..”
Nereden bilecekti Emine Ocak tam 23 yıl sonra devletin aynı devlet olacağını, oğlu için adalet talep etti diye gözaltına alınacağını. 

(Bu yazı ilk olarak 27 Ağustos 2018'de ArtıGerçek sitesinde yayınlandı)