Yaşadığımız, teknik olarak bir ekonomik kriz sayılmıyor henüz. Bunun için ülke ekonomisinin üst üste iki çeyrek daralması, yani eksi düzeyde büyüme olması gerekiyor. Bu henüz yok. Ancak ABD Doları ve Euro’daki dalgalanmanın ekonomiye sert etkileri olacağı aşikâr. Bunu önümüzdeki günlerde göreceğiz. Zaten enflasyonun geldiği seviye de, yine aylardır dövizin yükseliş eğiliminde oluşunun ve ekonomi yönetiminin faiz ve diğer konularda adım atmayışının sonucu. Konu elbette bu kadar basit değil; geçen haftaki yazıda elimizden geldiğince ekonomide neler yaşadığımızı anlatmaya çalışmıştık.İktidarın doğrudan kontrolü altındaki televizyonlar zaten Saray ve çevresinden gelen yorumlar dışında hareket etmezken, doğrudan değil de dolaylı olarak kontrol altında olan medya, ekranlara meselenin gerçek boyutlarına az buçuk değinecek bir konuk bile çıkaramaz haldeydi.
İktidar, Pazartesi sabahı itibariyle peş peşe adımlarla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın panik yaratan “B ve C planlarını devreye sokarız” sözlerini tevil etmeye çalıştı. MB kimi teknik hamlelerle ABD Doları’nın yükselişini durdurmaya çalıştı. Bunda bir miktar başarılı olduğu da söylenebilir. Bunu yazmanın bir anlamı var mı bilmiyorum ama bu yazının yazıldığı an itibariyle ABD doları 6,16 TL seviyelerine gerilemişti.
Ancak bütün bu yaşadıklarımız toplumca tam anlamıyla anlaşılabildi mi, emin değilim. İktidar konuyu Türkiye’ye yönelik bir saldırı şeklinde sunmaya çalıştı. Kontrol altında tuttuğu medya aracılığıyla bunu her gün tekrarladı. ABD’nin Türkiye’ye yönelik yaptırım kararları da iktidarın bu argümanı kullanmasına epey yardım etti.
Gelinen noktada şu ortaya çıkıyor: Rahip Brunson serbest kalmadıkça ABD ile gerilimli durum devam edecek ve Türkiye ekonomisi hayli kırılgan bir halde olduğu için bu gerilim ekonomiyi fazladan etkileyecek.
Bu konuda Türkiye’nin ne adım atacağını kestirmek güç. İktidar, Brunson’ı bir koz olarak elinde tuttuğunu söylemekten çekinmiyor. Dolayısıyla bu yaşadığımız, tercih edilmiş bir yol. Yani buraya durduk yere gelinmedi, iktidarın bu konuyu elinde bir koz olarak tutması nedeniyle gelindi. Bütün bunlar, tekrar edelim, bir tercihin sonucu.
Beri yandan, global dengeler birkaç gündür iktidara yardım ediyor. Almanya, Türkiye’nin bir krize sürüklenmesinden yana olmadığını beyan etti. Bunda belli ki Türkiye’de Alman şirketlerinin önemli oranda yatırım yapmış olmalarının ve ortaklıklarının da payı var. Almanya’nın bu tutumuyla Trump’tan zaten pek hazzetmeyen AB çevrelerinde de Türkiye’yle bir yakınlaşma havası sezildi. (Katar’dan gelen 15 milyar dolarlık yatırım desteği açıklamasını da not düşelim bu arada) Ve tam da bugünlerde, aylardır tutuklu bulunan iki Yunan askeri salıverildi ve ülkelerine döndü. Haziran 2017’den bu yana tutuklu olan Uluslararası Af Örgütü Yönetim Kurulu Üyesi Taner Kılıç’ın tahliye edilmesini de bu çerçevede atılmış bir adım olarak görmek mümkün. Peki, Kılıç ve Brunson davalarının savcılıkça birbiriyle ilgili görülmesi nedeniyle Brunson davasında da benzer bir hamle görür müyüz? Bunu şimdilik bilmek zor.
Bunlar bu tür tutuklamaların hangi esaslara göre yapıldığı konusunda bir fikir veriyor olsa gerek. Yani Türkiye yargı sistemi iktidarın siyasi hesaplarına göre birilerini tutuyor bırakıyor.
Bu tablo içinde muhalefetin tavrına gelecek olursak... Baştan beri anlattığımız bu tabloyu görmekten hayli uzak bir muhalefetten bahsediyoruz. İYİ Parti’nin lideri Akşener daha ilk gün iktidarın yanında olduğunu beyan ederken, CHP de iktidar ve medyası eliyle yaratılan atmosfer içinde hareket etme durumunda gördü kendini. Gerek ekonomik, gerek siyasi olarak bu noktaya neden gelindiği, kurun bu artışıyla yoksulların hangi sıkıntıları çektiği ve çekeceği konusunda bir çıkış göremedik.
Bunun iktidarın bir tür ‘beceri’si olduğunu teslim etmek gerek. Medya, bilhassa televizyonlar böyle günler için kontrol altına alındı, vaktinde. İktidarın doğrudan kontrolü altındaki televizyonlar zaten Saray ve çevresinden gelen yorumlar dışında hareket etmezken, doğrudan değil de dolaylı olarak kontrol altında olan medya, ekranlara meselenin gerçek boyutlarına az buçuk değinecek bir konuk bile çıkaramaz haldeydi.
Böyle durumlarda mesele ülkede konuşulmuyor değil elbette. Bütün sektörler şokun etkilerini bünyelerinde hissediyor ve zaten iş dünyasının içinde olan herkes bunun geleceğini görmekteydi. Ancak bu, kamuoyuna yansımıyor. Bu atmosfer içinde TOBB ve TÜSİAD’ın, AB ile ilişkilere önem veren ve “ABD ve Türkiye mevcut sorunların stratejik ortaklık çerçevesinde diplomasi yoluyla ve ivedilikle çözülmesi için çaba göstermeye devam etmeli” ifadesine yer veren açıklaması, CHP muhalefetinin epey üzerinde.
Bütün bu hengâme içinde HDP’ye gelecek olursak; hâlâ haksız biçimde cezaevinde tutulan eski eş başkan Selahattin Demirtaş’ın geçen hafta kamuoyuna yansıyan HDP yönetimine yönelik mektubu ve bu mektup karşılığında HDP yönetiminin tutumu bir şeyler anlatıyor. HDP’yi seçim sonrasında daha fazla çalışmaya ve seçimle ilgili özeleştiri vermeye davet eden mektup önemli noktalara değinmekteydi. Ancak mektup HDP yönetiminde gereken karşılığı bulmamış gibi görünüyor. En azından yansıyan bu. Seçim sonrasına dair HDP’de konuşulması gereken bazı meseleler olduğu açık. Hal böyleyken, HDP yönetiminin basına yansıyan “Demirtaş’ın yöntemi yanlıştı, özeleştiri vermeyeceğiz” şeklindeki açıklamaları Kürt siyasi hareketinde önemli sorunlar yaşandığını gösteriyor.