Siz hiç kuşatma altında olan bir şehirde yaşadınız mı?
Ben yaşadım. Yıllar önce, 1982 yazıydı. Havalar ısınırken, okulun son günlerinde, yaz tatilini sabırsızlıkla beklediğimi hatırlıyorum. Bu bekleyiş, İsrail savaş uçaklarının şehrimize her gün yaptıkları saldırılarla yarıda kalmıştı. Kısa süre sonra, Beyrut’un batı kesimi tanklarla kuşatıldı. Bu, deniz kenarına gidemeyeceğimiz, sıcak yaz gecelerini elektriksiz ve susuz geçireceğimiz anlamına geliyordu. Günlerimin çoğunu, ekmek yapmaya devam eden fırın arayarak ve eve su taşıyarak geçirmiştim. Abluka altındaki evlerimize geceler boyu bomba yağdı. Yüksek bir binanın en üst katını yerle bir halde görmüştüm. Bir termobarik bomba ara katların hepsini dümdüz etmiş, binada yaşayan iki yüz kişiden kurtulan olmamıştı. Filistin Kurtuluş Örgütü gerillalarının, ellerinde Kalaşnikoflarla, zafer işareti yaparak şehri terk edişlerini görmüştüm. Kuşatma, Sabra ve Şatilla katliamlarıyla sonuçlandı. Filistinli mültecilerin yaşadığı bu iki kampa, İsrail Ordusu’nun kuşatmasının ardından Lübnanlı Falanjist milisler girip üç gün boyunca menfur bir katliam yaptı.
Birkaç yıldır, Beyrut’un 1982’de yaşadığı kuşatmayı sık sık hatırlıyorum. Suriye’deki ayaklanmanın son derece şiddetli bir savaşa dönüşmesiyle, Şam’ın bazı banliyöleri (Darayya ve Muadamiyat el-Şam; Filistin mülteci kampı Yarmuk; başkent Şam’ın batısında, Lübnan sınırı yakınlarında bulunan Madaya ve Zabadani; Şam’ın doğusundaki kırsal bölge Batı Guta) kuşatıldı. Haberleri ve bu mahallelerin sakinlerinin sosyal medyada yer alan kişisel hikâyelerini okurken, her defasında, benim Beyrut’taki deneyimimin, Suriye’nin şehirleri, kasabaları ve köylerinde kuşatma altında kalan insanların deneyimini anlamama elvermeyecek kadar sıradan olduğunu düşündüm.
Benim deneyimim 1982 yazıyla sınırlıydı; Darayya’daki kuşatma 2012 sonlarından 2016’nın Ağustos ayına, Batı Guta’daki ise 2013 sonlarından 2018 yılının Mart ayına kadar sürdü. Ama aradaki fark bundan ibaret değildi; Guta halkı, dört yıldan fazla süren bu kuşatma sırasında nasıl bir psikolojik dönüşüm geçirmişti? Fakat beni en çok korkutan şey çatışmanın süresi değil, biçimi. 1982’de Beyrut’u kuşatan düşmandı, uzaktan, ‘sınır’ın öte yanından gelen yabancı bir orduydu; Suriye’de ise ulusun ordusu, yani Suriye Arap Ordusu ve müttefikleri. Kendi ordunuz tarafından kuşatma altına alınmak, gıda ve ilaçların size ulaşmasının engellenmesi, teslim olmanız için bombalanmak ne demektir? Bu tutumun bedeli ne olur?
Şimdi, Guta’daki isyancıların son kaleleri düşerken, kuşatma yıllarını hatırlamanın ve hesap sormanın zamanıdır. İsyancı gruplar, seçimleri ve tutumları nedeniyle, çok büyük bir sorumluluk taşıyor. Hem Ceyş ul-İslam (İslam Ordusu) hem de Faylak el-Rahman (Doğu Guta’da hâkim olan iki ana grup), bölünmüşlükleri, iç ihtilafları ve dışarıdan gelen maddi desteğe bağımlılıklarıyla kendi sonlarını hazırladılar. Kibirli tavırları ve baskıcı politikaları, onları, Esad hanedanı karşısında devrimci bir alternatif olmak bir yana, savaştıkları rejim gibi bir askerî rejime benzetti. 2013 yılının sonlarında, kuşatmanın bitimine yakın bir tarihte, hukukçu ve insan hakları aktivisti Razan Zeytune ile yanındaki Samira el-Halil, Nazım Hammadi ve Wael Hamadeh’in Duma’da kaybolması bu kriminal tavrın simgesi oldu.
Evet, bu felaketin esas sorumlusu Suriye rejimi. Rejimin, kendi halkına karşı elindeki tüm silahlarla savaşma, rejim muhalifleriyle asgari düzeyde bir diyaloğa dahi girmeyi reddetme yönündeki tüm tercihleri için tarih karşısında hesap vermesi gerekiyor. Suriye rejimi, yüzbinlerce Suriye vatandaşını kuşatma altına alıp bombalamasının, Ağustos 2012’deki Darayya katliamının, Ağustos 2013’te Doğu Guta’daki birçok yere kimyasal bomba atmasının, Suriyelileri tehcir edip kendi ülkelerinde mülteci durumuna düşürmesinin, barışçıl bir çözüm için vatandaşlarıyla diyalog kurmak yerine dünyanın ordularını onlarla savaşmaya davet etmesinin hesabını vermeli.
Doğu Guta’nın düşüşünün kutlanacak bir tarafı yok. Uluslararası kaynaklarda yer alan tahminlere göre, Guta’da kuşatma altında bulunan insanların sayısı 400 binin üzerinde. Reuters, 24 Mart’ta, o tarihe dek 105 bin kişinin evini terk etmiş olduğunu bildirdi; bu insanların geleceği tamamen belirsiz. Kurban edilmiş bir nüfus, yüzbinlerce yetim, harabeye dönmüş Şam’ın etrafındaki şeridi terk ederek, kendi ülkesinde mülteci durumuna düşmüş olan kitlelere katılıyor. Suriyeliler, geçmişte savaşlar nedeniyle mültecileşen Filistinliler gibi, mülteci bir halka dönüştüler. Zafer böyle olmaz.
Şam’ın hükümdarı ve müttefikleri başarılarını kutlarken, Guta’nın uzun süre maruz kaldığı kuşatmayı ve insanlara yaşattığı eziyeti hatırlamalıyız. Bu çılgınlığın, insanların yaptığı tercihlerden, siyasi tercihlerden kaynaklandığını hatırlamalı ve hesap sormalıyız. Sivilleri koruması gereken ama sorumluluğun asgari gerekliliklerini bile yerine getiremeyen ya da getirmeyen uluslararası siyasi düzenden hesap sormalıyız. En önemlisi de, geride kalanları unutmamalıyız ki, Baasçılığın yeraltı zindanlarında yitip gitmesinler.
Uluslar ezeli ve ebedi değildirler. Doğar, yaşar ve eninde sonunda ölürler. Bazı uluslar doğal bir ölümle son bulur, bazılarının ise hayat seyri vahşet dolu suçlarla kesintiye uğrar. Guta kuşatması, pekâlâ, genç ve bir ulusun hayatını kesintiye uğratmış, bu türden bir suç olabilir.