Münih Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları Enstitüsü Türkiye ve Osmanlı Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Talin Suciyan Türkçe’ye de çevrilmekte olan “The Armenians in Modern Turkey” kitabında 1944-51 arasında yaşanan patrik seçimi krizinin de bir analizini yapmıştı. Suciyan son gelişmeler ışığında Agos için bir değerlendirme kaleme aldı.
1944-51 yılları arasında Arslanyan nedeniyle çıkan krizi araştırırken son yıllarda tekerrür ettiğini gördüğümüz olayların, yarattıkları duyguların, düşüncelerin içinden geçmek zorunda kalmıştım. Kilisenin, Patrikhane’nin, Patriklik makamının, Ermeni idaresinin ne olduğunu, neleri kapsadığını, ne olmadığını ilk o zaman düşünmeye başladım. Daha önce ben de kilisenin bir kutsallık mekânı, Patrikhane’nin ise dini bir kurum olduğunu sanıyordum. Bunun bir Cumhuriyet masalı olduğunu sonradan anlayacaktım; aynen “azınlık” olduğumuza kendimiz dahi inandığımız gibi, bizlerin seküler, Patrikhane’nin ise “dini” olduğuna da inanmıştık. Gel gör ki, tarih bunun böyle olmadığını söylüyor. Patrik bilfiil bir erkeğin iktidarsızlığını kanıtlayacak tıbbi komisyonun kurulmasından tutun da, Hasananlı, Cibranlı, Reşkotanlı, Balabanlı Kürt aşiretlerinin farklı dönemlerde ve bölgelerde 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren özellikle de doğu vilayetlerinde Ermeni köylerinde sürdürdükleri zulme çözüm bulmaya çalışmak gibi çok geniş bir yelpazede lideri olduğu toplumun sorunlarına yetişmekle yükümlü ve sorumlu bir kişi olarak çıkıyor karşımıza. 1847’den itibaren giderek sivillerin katılımının çoğaldığı, 1860’dan sonra seçimlerin, kurulların, birbirini kontrol eden sistemlerin yerleştiği, Patriğin bu kurulların aldığı kararların bir temsilcisine dönüştüğü bir idari sistem ortaya çıkıyor. Bunları bir dönemi ya da bir iktidar pozisyonunu nostalji ile idealize etmek için söylemiyorum, harika çalışan bir sistem olduğunu da iddia etmiyorum ama bugüne bakarak en azından bir idari yapı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Tabii şunu da ekleyebiliriz, o günlerde Ermenilerin henüz kendi halkı olduğunu düşünen bir Osmanlı yönetimi vardı ve emperyal bir güç olarak Osmanlı idaresi çok pragmatik bir şekilde her işle uğraşmak istemiyordu. Zaten sonuç olarak son sözü kimin söyleceği belliydi.
Khaçaduryan ve Şnorhk patriğin liderlikleri
Böylesi bir ortamda aile hukukundan, toplumsal adalete bütün konular Patrikhane’nin meselesiydi. Şimdi diyeceksiniz ki, bu artık tarih olmuş, bugün bunların ne önemi var? Benim içine doğduğum zaman diliminde de bunlar böyle yaşanmıyordu, ama hepimiz biliyorduk Khaçaduryan Patriği, hepimiz biliyorduk Şnorhk Patriği, bu isimlerin neleri temsil ettiğini, onların bu dünyadan geçmiş olmalarının kalan Ermeniler için ne anlama geldiğini herkes biliyordu. Onlar bize, toplumunun sorumluluğunu yüklenmiş bir Patrikhanenin, bu bahsettiğim geleneğinin miraslarıydı ve bu gücü temsil ettikleri kurumun salahiyetinden ve tarihinden alıyorlardı. Bu isimler etrafında bir kült yaratmak için söylemiyorum bunu, elbette ki bir iktidar kurumundan bahsediyoruz. Fakat, 1923 sonrasında Ermeni idaresinin ve toplumunun nasıl derin, sert bir inkâr dönemi yaşamak zorunda bırakıldığını hesaba katacak olursak, bu insanların yaptıklarının artık bugün yeryüzünde bir örneği dahi olmayan liderlikler olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Devletin Patrikhane’nin tarihsel olarak nasıl bir toplumsal liderlik kurumu olduğunu bilmediğini varsaymak da büyük bir hata olur. Zaven Patrik’in 1922’de bu ülkeyi neredeyse bir kaçak gibi terk etmek zorunda bırakılmasını da bu bağlamda yeniden düşünmek gerekir.
‘Yasa’ beklemenin anlamı yok
Öte yandan eğer derseniz ki, “evet ama artık köprülerin altından çok sular aktı, başka kurumlara, başka sistemlere ihtiyaç var,” bu da gayet haklı bir talep olur. “Devletin başımıza Arslanyan, Ateşyan, ve danışma kurulu fotoğrafında gördüğümüz türden insanları saramayacağı bir idare istiyoruz” demek de son derece meşru bir taleptir. Ancak bu noktada devletten bir “azınlık yasası” beklemenin bir anlamı yok, böyle bir yasanın ismi hep olup cismi hiç olmadı, olmayacak da, zira özel bir yasa gerektirecek bir “azınlık” en başından beri hiç olmadı devletin gözünde.
Her durumda zaman, ‘rezillik, olacak iş mi bu, şu hale bak’ gibi cık cıklanmalar zamanı değil. Bizim olanı savunmanın ve eğer daha seküler, daha katılımcı, daha demokratik yeni yollar arayacaksak bunun imkânlarını yaratmaya çalışmanın zamanı. Cemaatin bütün kurumları, bütün faaliyetleri, mevcut krizin tartışıldığı, konuşulduğu, tepkinin dışavurulduğu yerler olabilir. Zira ister düğün dernek olsun, ister tiyatro, konser, gösteri, ister Pazar ayini bunların tamamı hepimizin emeğiyle, desteğiyle ayakta tutulan kurumlarda, bizlerin katılımıyla yapılıyor, tam da bu nedenle söz hakkımızın en çok olduğu yerlerdir.
Bizden sonrakilere bırakacağımız
19. yüzyılın ikinci yarısında Patriklerin en önemli önceliği Ermeni idaresinin omurgası olan Nizamname’yi olduğu gibi yürürlükte tutabilmekti, çünkü her an onun da ortadan kaldırılabileceğini biliyorlardı. Son yüz yılda ise devlet politikasının Ermeni idaresinin mevcut bütün sistemlerini kadük ettiği, kazanılmış hakları kullanmayı kendi keyfine bağladığı, çıkardığı dönemlik yasalarla, pratikleriyle hayatta kalabilmeyi başaran idari yapıları hedef aldığı doğru. Son on yıldır yaşadıklarımız, Patrikhanenin bugün geldiği durum tam da bunun sonucudur. Kendi toplumsal tarihimizden beslenerek kurumlarımızı çalıştırmamıza izin vermeyen, uluslararası anlaşmaların zaten hükmünün olmadığı, mevcut kurumların ve idari yapıların içinin boşaltıldığı bir dönemi yaşıyoruz. Bütün bunlarla birlikte ve bunlara rağmen bizim, bizlerden sonrakilere bırakacak tumturaklı bir kapanış krizinden başka bir şeyimiz olabileceğini düşünmek istiyorum.