Türkiye’de AKP iktidarı ile onun dayandığı topluluk, ne zamandır uygun, ele gelir bir savaş istemekteydi. Bu bir yandan da şaşırtıcı değildi zira, ırk ya da din temeline göre örgütlenmiş ya da örgütlenmeye karar vermiş otoriter rejimler, bir aşamada savaş isterler. Çünkü girdikleri yolu mutlaka büyük ya da küçük bir savaşla genişletmek, hem dayandıkları tabanı diri tutmanın, hem de muhalefeti sindirmenin, medyayı hizaya getirmenin yoludur. Ayrıca dayandıkları ideolojiyi de kendi açılarından güncellemiş olurlar.
Afrin operasyonu bu açıdan, tanıma uyuyor. Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söz konusu operasyondan bahsederken “Kızıl Elma” deyivermesi, gayet açıklayıcı. Ancak buna bir savaş demek de zor esasen. Sınırın öbür yanındaki PYD eksenli Kürtlerin hakim olduğu bir bölgeyi, Türkiye tarafından desteklenen ve kim oldukları hala çok iyi bilinmeyen İslamcı Suriye güçlerine teslim etme operasyonu bu. Ve belli ki Rusya ile de anlaşılmış ya da Rusya, Suriye Kürtleri’ne “Başınızın çaresine bakın” demiş.
Türkiye, Kürtler Kuzey Suriye’de hakimiyet kurduğundan beri, otonomluğa meyleden bu kantonların Fırat Nehri’nin batısına geçmemesi konusunda ısrarlıydı. Ancak gelişmeleri biraz dikkatle izleyenler hemen anlıyordu ki, asıl mesele Türkiye’nin sınırın ötesinde Kürt yapılanmalarının hakim olmasına karşı oluşuydu.
ABD’nin önceki hafta (PYD’nin de etkin olduğu) Suriye Demokratik Güçleri’nden oluşan bir sınır gücü oluşturacağı yönündeki açıklaması, iktidarın aradığı fırsat oldu. Kamuoyu zaten hazırdı ve “teröre karşı operasyon” adı altında Afrin’e girildi. Ki Afrin esasen operasyon öncesinde Türkiye’ye yönelik saldırılar açısından bir üs konumumda değildi. Zaten iktidar yetkilileri de asıl amaçlarının ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) güçlerine alan açmak ve oradaki mevcut PYD merkezli yönetimi devirmek olduğunu söylediler. Buradan pek “terörle mücadele” manası çıkmıyordu.
Ancak kamuoyu böyle bir savaşı nasıl arzuluyorsa artık, iş tamamen çığrından çıktı. Operasyonu eleştiren, basitçe “barış” talep eden tüm toplantılar, basın açıklamaları engellendi, HDP’nin Diyarbakır’da yapacağı basın açıklamasına izin verilmedi, “Sokağa çıkan bedelini öder” dendi ve sosyal medyada “savaş istemiyoruz” türünden paylaşımlarda bulunan gazeteciler ve vatandaşlar gözaltına alındı. “Zeytin Dalı” adı verilen bir operasyondan bahsediyoruz, dikkatinizi çekerim.
Siyasetteki manzaraya baktığımızda ise gördüğümüz şuydu: MHP zaten rüyasında görse hayra yormayacağı tüm bu gelişmelerle ilgili büyük bir mutluluk duyduğundan zerre tereddüt etmeden iktidarın yanında yer aldı. CHP ise böylesi kritik anlarda yapageldiği üzre operasyona destek verdi. Ki CHP zaten böylesi konularda MHP’ye tur bindirecek derecede şahin demeçler veren eski Musul Başkonsolosu Öztürk Yılmaz’ı genel başkan yardımcısı yapmıştı.
Bunlar da yetmedi. Başbakan Binali Yıldırım medya patron ve yöneticilerini toplayarak uyulması gereken esasları belirledi. Ki zaten mevcut hakim medya geldiğimiz vaziyet itibariyle böyle bir uyarıya gerek duyacak gibi de görünmüyordu.
Dolayısıyla iktidarın istediği sesin dışında çıkacak her türlü sesin konuşabileceği alan kısılmış, olabildiğince daraltılmış oldu.
Diyelim ki savaştayız. Ancak savaş, ülkeler için aslında böyle bir şey değildir. Daha doğrusu olmamalıdır. Ki zaten tarihte gördüğümüz çok sayıda örnekte savaş durumunda farklı seslerin ve haberlerin kendine imkan, alan bulduğunu bilmekteyiz. Zaten gazetecilik denen şey bunun için vardır. Yoksa bu kadar gazete ve televizyona gerek kalmazdı. Tek bir bülten ya da televizyon, söylenmesi gerekenleri söylerdi.
Ancak 2010’ların totaliter rejimlerinde böyle olmuyor. Çok sayıda televizyon ve gazetenin iktidar tarafından üretilen ve sınırları çizilen gerçeği kopyalaması, çoğaltması isteniyor. Resmi görüşün böyle oluşturulması arzu ediliyor. Zira, rıza, böyle olunca daha kuşatıcı bir şekilde inşa ediliyor. Ya da inşa edilmesi hedefleniyor.
Gazetecilik ve farklı görüşlerin dile getirilmesi açısından yepyeni ve daha da zor bir döneme geçmiş bulunmaktayız. Bu tür baskı mekanizmaları bilhassa da bu ülkede, Dolar gibidir. Yerleştiği yerden genelde geri dönmez. Dolayısıyla sokaklara da yansıtılmak istenen “Sesini çıkaranın icabına bakın” atmosferi, içinde yaşadığımız rejimin çıtayı biraz daha yukarı bir yere koyduğu anlamına geliyor. CHP’nin anlamadığı ya da anlamak istemediği bu.
Böylesi bir ortamda azınlık toplumları içinde bilhassa resmi kurumlarla ilişkide olan kesimin hissettiği baskı da büyük oluyor ne yazık ki. Cemaat Vakıfları Ofisi’nin ve Türkiye Ermenileri Patrikliği’nin operasyonu destekler mahiyetteki açıklamaları 100 yıldır Türkiye’de süregelen devlet-azınlık dengesi ya da dengesizliğinin yeni bir tezahürü. Bir kurum açıklama yapınca diğerinin açıklama yapmamasının onu “suçlu” durumuna düşüreceği bir atmosfer yaratıldı ülkede. Hiç şüphesiz bu kurumların bu açıklamaları ‘mecburiyetten’ yaptıklarını öne sürüyor değilim. Bilemem. Ama yaratılmış böylesi atmosferlerin ne tür davranışlara yol açtığını da bilecek durumdayız. Dolayısıyla genel itibariyle 100 yılık alışkanlıklarda değişen bir şey yok, onu da not düşelim.