YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

İstenmeyen belediye başkanı olmak

Totalitarizm böyle şeylere dikkat eder. Yalan da olsa, yalan olduğu bilinse de bazı işlemler usulüne uygun yapılmalıdır. Rejim kimseye haksızlık yapmadığı iddiasını sürdürmek ister çünkü. Dolayısıyla söz konusu kişi görevden alınmaz. İstifa etmelidir.

Türkiye’nin siyasal rejimi otoriterleşmeyi de geçip totaliterleştikçe, bu rejime özgü yeni yeni usuller peydahlanıyor. Böyledir. Muhalefeti bir şekilde hapse atıp, sesini kesip, medyayı ele geçirip, hukuku kendine göre yontup, buna bir de “Millet yargıya el koydu” dediğinizde, olay dönüp dolaşıp artık kendinizi vurmaya başlar.

Bazı işaretleri zaten AKP medyayı arası itişmelerde görmüştük. Tabii ondan da önce Abdullah Gül, Bülent Arınç, Ali Babacan gibi isimlerin devre dışı bırakılmasında. Bu listeye eski Başbakan Ahmet Davutoğlu bile eklenebilir. O vakitler AKP çevresi ve medyasının bir bölümü kayıtsız şartsız Erdoğan’ın yanında olmak gerektiğini düşünüp ona göre davranmışlardı. İşte şimdi bu sarmal artık kendi kendini yemeye başladı. Korku rejimlerinde böyle olur. Kimi en tepeden, kimi o tepenin çevresinden çıkan bir söz, bir ima döner dolaşır hiç hesapta olmayan sonuçlar yaratır.

Dediğim gibi, siyasetçilerden sonraki işaretler AKP medyasından geldi. Medya içinde peşpeşe itişmeler yaşandı kimi yazarlar köşelerini kaybetti, kimi yazarlar gazetelerinden ayrılmak zorunda kaldılar. Ancak bu olayın mağdurları bile yaşananın ismini koymakta çekingen davranıyorlardı. Kimine göre bu yaşadıkları bir “ekip”in işiydi, kimine göre Erdoğan yanıltılıyordu, kimine Erdoğan zaman zaman yanlış kararlar veriyordu ama esas olan yürütülen mücadele idi. Bunun içinde bulunduğumuz rejimin kaçınılmaz sonuçlarından biri olduğu anlamak istenmedi.

Her neyse. Son fasıl belediye başkanları ile başladı, öyle de ilerleyecek gibi görünüyor. İlk olarak İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş “istifa” etti. Mesele ilk anda anlaşılamadı. Zira hemen öncesinde Topbaş’ın veto ettiği bazı imar projeleri Belediye Meclisi’nde onaylanmıştı. Acaba mesele bir rant meselesi mi idi? Topbaş bu yüzden mi istifaya zorlanıyordu? Çok geçmeden anladık ki listede başka belediye başkanları da var. Ve yine anlaşıldı ki Erdoğan rejiminin bu hamle için tercih ettiği yol, belediye başkanlarının kendi istekleri ile istifa etmesi. Seçilen yolun tuhaflığı tartışılırken turbun büyüğü geldi. Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek de listedeydi. Bir gece Gökçek Cumhurbaşkanı  Erdoğan’ı sarayda ziyaret etti. Çıkışta herkes istifa bekliyordu ama olmadı. Gökçek işi ağırdan alıyordu. Kimilerine göre elinde bazı belgeler var ve pazarlık ediyor. Kimilerine göre istifayı kabul etti ve Erdoğan’dan zaman istedi. Bilemiyoruz. Ankara’yı izleyenler istifanın eli kulağında olduğunu söylüyorlar. Gökçek gibi demokrasiden nasibini almayan, sola, demokrasiye, insan haklarına dair ne varsa ona düşman olan birinin demokratik açıdan pozisyonunu tartışmak komik kaçacak biliyorum. İnsanın içinden  “ne halt ederlerse etsinler” demek geçiyor ama, konu, dediğim gibi yaşadığımız, içinde bulunduğumuz rejimle ilgili.

Totalitarizm böyle şeylere dikkat eder. Yalan da olsa, yalan olduğu bilinse de bazı  işlemler usulüne uygun yapılmalıdır. Rejim kimseye haksızlık yapmadığı iddiasını sürdürmek ister çünkü. Dolayısıyla söz konusu kişi görevden alınmaz. İstifa etmelidir. Görevden almanın hukuki açıdan zorluğu değildir tek mesele. Bu şekle şemale uyma takıntıdır asıl olan. Bu rejimlerin alameti farikası böyledir.

Buraya kadar anladık da, mesele ne? Niye bu belediye başkanları istifa ettiriliyor? Doğrusu anlamak zor. Medyada yaygın kanaat 16 Nisan referandumunda İstanbul ve Ankara’yı “Hayır” cephesine kaybeden Erdoğan’ın 2019 seçimlerine yenilenmiş olarak gitmek istediği. Bilemiyoruz, belki de böyledir. Belki de başka meseleler vardır, ne bileyim gecikmiş başka hesaplaşmalar filan. Bunlar da mümkün. Ama mesele oy kaybı ise İstanbul, Ankara ve diğer kentlere “seçilecek” yeni isimlerin, AKP’nin büyük şehirlerde yaşadığı yıpranmayı engellemesinin zor olduğunu söylemek gerek. Zira mesele isimlerden ziyade AKP rejimi ve ekonomisinin artık kendi tabanını da yorduğu, bunalttığı gerçeğidir. İsmi konmamış bir ekonomik kriz ve doymayan rant ekonomisi artık AKP’ye oy verenleri bile zorluyor. Bu belli.

25 Ekim’de Çağlayan’da  

5 Temmuz’da gözaltına alınan ve sonrasında kimseyi ikna etmeyen suçlamalarla tutuklanan hak savunucuları için geçtiğimiz hafta iddianame hazırlanmıştı. Süreç birden bire hızlandı ve ilk duruşmanın 25 Ekim’de görüleceği açıklandı. Çağlayan’da başlayacak davaya 14. Ağır Ceza Mahkemesi bakacak. Bu sütunlarda çok yazdım, birçok insan suçlamaların yetersizliğini tutarsızlığını defalarca dile getirdi. Ancak iktidar içinde nasıl bir mekanizma işliyorsa bu hak savunucuları 100 günü aşkın süredir cezaevinde tutuluyor. Öyle umuyoruz ki görülecek ilk mahkemede hak savunucularının ve Hrant’ın Arkadaşları grubundan da arkadaşımız olan Özlem Dalkıran’ın gayet meşru çalışmalar yürüttüğü ortaya çıkacak ve arkadaşlarımız özgürlüklerine kavuşacaklardır. Hak örgütleri duruşma sabahı için Çağlayan Adliyesi önünde buluşma çağrısı yapıyorlar. Bugüne kadar  Hrant Dink Cinayeti Davası için onlarca kez mahkeme önlerinde buluşmuştuk. Bu kez de Hrant Dink cinayeti dahil çok sayıda hak ihlali için ses çıkaran hak savunucuları için buluşma çağrısıyla bitireyim ben de bu haftanın yazısını. Yerleri yanımızdır.