Bu trajikomik yalanları teker teker ele alacağım. Ama önce, arşivinizde kullanırsınız diye bir toparlama girizgahı yapayım. (Bunlar benim malumum diyorsanız, aşağıda “Sadede gelelim”le başlayan paragrafa kadar atlayınız)
Barzani’den ciddi para kazanıyordu AKP. Özellikle petrolden; nasıl olduğu herkesin malumu. Erdoğan, Barzani’yle can ciğer kuzu sarmasıydı; aynen bi zamanlar Esad’la olduğu gibi. Referandum işi duyulduğunda da dikkat ettiyseniz AKP’nin tüm itirazları hep çeyrek ağızlaydı.
Ama fazla sürmedi. Koalisyon ortağı Bahçeli, bir yandan emperyalist ideolojisi bir yandan da Akşener korkusu nedeniyle bayrağı açıverdi. İslamcı ideolojisi çoktandır İslam-Türk Sentezi’ne dönüşmüş olan AKP de, referandumu gayrimeşru ilan ederek katıldı kampanyaya.
Hem de ne katılmak. Erdoğan sözünü dinletemeyip sinirlendiği zaman kendini durduramıyor. Buna kamuoyunun “milli hisler”ini tahrik “avantajı” da eklenince, müzik terminolojisinde “kreşendo” tabir edilen perde perde yükseliş başladı:
***
“Bakalım petrolünü nereye akıtacak ya da satacak? Vana bizde” dedi. Bunu, Türkiye’yi “enerji merkezi” (hub) olarak düşünen devletler de duymuş vaziyette.
"Yaptırımlar başladığında yiyecek dahi bulamayacaklar" dedi. Yani, açlıkla terbiye ederim, diyor.
“Askerî seçeneklere kadar her şey masada”. Hemen ardından; sözleri Ümit Yaşar’dan, bestesi Rüştü Şardağ’dan, icrası Emel Sayın’dan, Musul konusunda artık klasikleşmiş bir şarkı: “Bir gece ansızın gelebiliriz”.
Bu arada Erdoğan, mazlumiyet faktörünü de ihmal etmeyeyim derken, aldatılmaları listesine bir madde daha ekledi: “Barzani'nin böyle yanlışa düşeceğine ihtimal vermiyorduk, demek yanılmışız”. Şimdi düşmanları yine kalkıp, ‘Bu kaçıncı! Aldatılmadığın ne kaldı, sen onu söyle’ diyebilirler. Ama böyle olası bir girişim, 25-26 Eylül’de İstanbul'da düzenlenen Uluslararası Ombudsmanlık Konferansı'nda kendisine “insanlığa yaptığı katkılar” nedeniyle Nobel Barış Ödülü verilmesi çağrısıyla şimdiden dengelenmiş sayılabilir.
***
Bu kreşendo fevkalade tatsız sonuçlar getiriyor:
1) OHAL kararnameleriyle tüm hukuk düzenini silip atmış bir AKP’nin komşudaki düzeni “gayrimeşru” ilan etmesi Türkiye’yi uluslararası planda çok acayip bir yere koyuyor;
2) Türkiyeli Kürtleri alabildiğine yabancılaştırarak milleti bölüyor. Üstelik Barzani’yle ticaretin kesilmesi üzerine şimdi Güneydoğu daha da fukaralaşacak ve bunun sonuçları olacak;
3) K. Irak’ta er geç kurulacak ve Arap okyanusu içinde en çok Türkiye’ye muhtaç olacak Kürdistan gibi bir müttefiki şimdiden kendisine düşman ediyor;
4) Milliyetçi oyları avlayacağım derken, antlaşma metinleriyle hiçbir ilgisi olmayan ulusalcı yorumlarla kamuoyunu ve kendisini aldatıyor.
***
Şimdi bunları teker teker görelim. Fakat görmeden önce, dayanamayacağım, lütfen son bir parantez daha açmama izin veriniz:
Washington’da büyükelçiliğin karşı kaldırımında pankart açan protestocuları dövmekten tutuklu iki Türk’ü hapiste ziyaret ederek “milletimizin sevgi ve selamlarını ileten" Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu şöyle dedi: “Türkmenlere müdahale olursa askerî operasyon yapılır”.
Keşke, bunu söylerken diplomatlarımıza danışsaydı. En az iki sebepten:
1) Irak ile Türkiye arasında Irak Türkmenlerini güvenceye alan iki taraflı bir antlaşma yok;
2) Daha önemlisi: Irak’taki Türkmenlerin hakları, Türkiye’deki Kürtlere oranla (en azından kağıt üzerinde) epey çok:
Irak Anayasası Md. 121’de idarî, siyasal, kültürel ve eğitsel hakları adları zikredilerek teminat altına alınmış bulunan Türkmenler kendi etnik kimlikleriyle siyasal faaliyette bulunabiliyorlar (milletvekilleri var), kendi dillerinde eğitim görebiliyorlar. Md. 4/4 ve 44/5’e göre, nüfus çoğunluğu oluşturdukları idari bölgelerde Türkmencenin resmî dil olarak kullanılması mümkün. Md. 7/iv’e göre Türkmence, IKBY’deki eğitim dilleri arasında. Md. 26/ii, belediye meclislerinde Türkmenlerin de dahil olduğu ulusal azınlıkların adilane temsil edileceğini söylüyor.
***
Sadede gelelim. Bizzat Başbakan B. Yıldırım’ın ileri sürdüğü “kanıt”ları numaralayalım ki atlamaksızın inceleyelim:
1)Lozan Md. 3 ve 16; 2) 1926 Ankara Anlaşması; 3) 1946 Irak Dostluk ve İyi Komşuluk Anlaşması; 4) 1983 Türkiye-Irak Sınır Güvenliği ve İşbirliği Anlaşması.
Numaralamaya, Havuz Medyası’nın ve kendilerini “uzman” sayanların “Türkiye’nin müdahale hakkı vardır”ı destelemek için icat ettiği ısmarlama gerekçelerle devam edelim:
5)“Kürt devleti kurulursa, 1926 öncesine (status quo ante) dönülür yani Musul-Kerkük Türkiye’ye verilir”; 6) “1926’da Musul-Kerkük, ‘ancak Irak’ın toprak bütünlüğüne zarar gelmemesi’ kaydıyla Irak’a bırakılmıştır”.
***
Antlaşmaların tam metinlerini de vererek bütün bunların ipliğini teker teker pazara çıkaralım şimdi:
1) Lozan Md. 3: “Türkiye ile Irak arasındaki sınır, işbu Antlaşmanın yürürlüğe girişinden başlayarak 9 aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça bir çözüm yoluyla saptanacaktır. Öngörülen süre içinde iki hükümet arasında bir anlaşmaya varılamazsa, anlaşmazlık MC Meclisine götürülecektir” (…) “Kesin sonuç bu karara bağlıdır”.
Netice-i kelam: 9 ay derken Haliç Konferansı toplandı, bir anlaşmaya varılamadı, konu Milletler Cemiyeti’ne (MC) gitti, orası “kesin sonuç” olarak Musul-Kerkük’ü İngiltere’nin mandası Irak’a verdi.
Türkiye ses çıkaramadı çünkü: 1) Savaşa devam gücü yoktu; 2) Çok daha önemlisi, M. Kemal son derece gerçekçi idi: Türkiyeli Kürtlere ilaveten bi de çok daha bilinçli/kavgacı olan Iraklı Kürtleri Türkiye’ye dahil etme hatasını yapamazdı. Şeyh Mahmut Berzenci’nin kendini “Kürdistan Kralı” ilan ederek 1918’de başlattığı isyan İngilizlere kök söktürmekteydi. Kaldı ki Türkiye’de de Şeyh Sait isyanı vardı.
Lozan Md. 16: “Türkiye işbu Antlaşmada belirlenen sınırları dışındaki tüm topraklar[da] (…) sahip olduğu tüm hak ve senetlerden vazgeçtiğini açıklar (…) İşbu maddenin hükümleri, Türkiye ile sınırdaş olan ülkeler arasında komşuluk durumları yüzünden kararlaştırılmış ya da kararlaştırılacak olan özel hükümlere halel vermez” (http://www.abchukuk.com/arsiv/lausanne.html). Hadi şimdi bunun Türkiye’ye nasıl müdahale hakkı verdiğini bi anlatın.
2) 1926 Ankara Antlaşması: Bizi burada Md. 5 ve İkinci Fasıl’ı oluşturan 6. ilâ 13. maddeler ilgilendiriyor. Md. 5: “Taraflar sınır hattının kesin ve bozulmaz olduğunu kabul eder, bunun değiştirmeye yönelik her türlü teşebbüsten sakınır”. Bu madde Türkiye ve Irak’ı bağlıyor, ama ör. Barzani’yi bağlamıyor.
İkinci Fasıl’ı oluşturan 6. ilâ 13. maddelerde ise sadece Kürtlerin hareketlerine karşı her iki tarafın 75 km. içinde ortak tedbirler alması var, o kadar. Türkiye’ye tek taraflı müdahale hakkı veren hiçbir hüküm yok.
3) 1946 Antlaşması: Bu metin 1926’dan çok daha yumuşak. Tipik Md. 4: “Taraflardan birinin ülke bütünlüğüne veyahut hudut dokunulmazlığına karşı herhangi bir saldırma tehlikesi görüldüğünde veya saldırma yapıldığında BM’ye hemen haber vermeyi taahhüt ederler”.
Çok daha önemlisi, buna bağlı 6 Numaralı Hudut Protokolü Md. 25, 1926’nın İkinci Fasıl’daki hükümlerini kaldırıyor.
Dışişleri bakanlığı da yapmış olan seçkin diplomat İlter Türkmen de tam on yıl önce, 02.10.2007 tarihli Hürriyet’te yazdı bunu: “Başka bazı yorumlarda ise Irak ile imzalanan 1926 tarihli anlaşmanın da bize müdahale hakkı verdiği vurgulanıyor. Doğru değil. Kaldı ki o anlaşmanın sınır bölgesinde işbirliğine ilişkin hükümleri 1946 tarihinde akdedilen bir anlaşmayla yürürlükten kaldırılmıştı”.
4) 1983 Anlaşması: Kürtleri gaza boğan Saddam’la yapılan bu anlaşma 1983-84’te TSK’nin Kürtleri takip için Irak topraklarına 10 km girmesini sağladı. Ertesi yıl Saddam’la yapılan bir Güvenlik Protokolü, 1984-88 arasında her iki tarafa “Sıcak Takip” olanağı sağladı. Ama 1988’de kaçan Kürtlerin izlenmesine Türkiye engel olunca Saddam bu protokolü feshetti. Üçüncü evreye atladık ve 1991-95 arasındaki sıcak takiplerimizi “meşru müdafaa”ya dayandırdık. Sonunda o da yetmeyince 1995-2003 arasındaki sıcak takiplerimiz için “Türkiye’nin bekası” diye bir gerekçe icat ettik. Nereden nereye indik. Farkındaysanız, şu anda da aynı çaresizlik noktasına dönmüş vaziyetteyiz.
5) Geriye dönüp Türkiye’ye verme meselesi (status quo ante): Tamamen uydurma. Sınır anlaşmaları uluslararası hukukta “objektif statü” yaratır ve bu yüzden de “halef devlet” (ör. Kürdistan) tarafından uygulanmaya devam eder. Komşuların da (ör. Türkiye) itiraz hakkı yoktur. Ayrıca, SBF’den KHK’yle atılan profesör arkadaşım İlhan’ın (Uzgel) dediği gibi, SSCB 1991 sonunda dağılınca yerine kurulanlardan Azerbaycan ve Ermenistan’ın bizimle olan sınırlarına itiraz ettik mi? Barzani Türkiye sınırını ihlal etmedikçe hukuken yapılacak hiç-bir-şey yok.
6) “Irak’ın toprak bütünlüğüne zarar gelmemesi” kaydı ise ne 1926’da var ne de 1946’da. Her ikisinde de sadece “sınır çizgisinin bütünlüğü” ve “hududa riayet” var. Buradan Türkiye’nin müdahale hakkı olduğunu çıkarmak büyük marifet. Böyle şeyler anca ısmarlama yapılabilir, benim çocukluğumdaki iskarpinler gibi. Veya şimdi iktidara yalakalık için.
***
Bitirirken, tezkereye olumlu oy veren CHP’ye bi çift lafım olacak.
Erdoğan’ı anladık, nereye elini atsa kötüye gitmekte. Bahçeli’yi daha da iyi anladık, altındaki toprak kayıyor. İkisi açısından da “milli hisler”e doping yararlı.
Ama CHP, senin kendini kendinden kurtarman lazım artık. Bu “ulusolculuk”u nereye kadar sürdürebileceğini sanıyorsun?
Grup Başkan Vekili Engin Altay açıklıyor: "Tezkere TSK'nın elini güçlendirecekse destekleriz". Davutoğlu’nun o tarihte alnından öptüğü Musul eski başkonsolosu, şimdi CHP Genel Başkan Yardımcısı Öztürk Yılmaz açıklıyor: “Bölgemizde savaşın olmasını asla istemeyiz. Ama Barzani'nin bu sorumsuz adımına karşı da sessiz kalınmaması gerekir".
Demek böyle ha?
Oha!