Büyük morakurumun (teyze) kocası Vahan Kerayr (enişte) Kayseriliydi. Her Kayserili gibi, Kayserili olmaktan gurur duyardı. Epey heybetli, neşeli bir adamdı. İlerlemiş yaşında adada yarış bisikletine biner, denize balıklama atlar, güzel sesiyle güzel şarkılar söylerdi. İyi bir terziymiş gençliğinde. Zaten Bercuhi morakurumla, morakurum onun yanında çalışmaya başlayınca tanışıp evlenmişler. Aşkla bakarlardı birbirlerine.
Babamın aksine, pek kederli göremezdiniz Vahan Kerayr’ı. Kendini eğlendirecek bir şey bulurdu. Küçük yeğenleriyle domino oynar ve mutlaka onları yenerdi. Mutlaka bir bahis olurdu ortada. Kaybeden, kazananın fiske vurmasına izin verirdi. Fiske değil de, onu beklemek sinirleri gererdi. Bekletir ama vurmazdı zaten.
Tek başına oturur, denizi seyrederken, neşeli neşeli, ‘Sanat Müziği’ şarkıları söylerdi. Galata’da, Kule’nin tam karşısında bir restoran açmıştı, terziliği bırakıp. Yemeği sever, anlatmayı severdi. Hiç dil bilmeden turistleri kolundan tuttuğu gibi adadaki evine misafir diye getirmişliği var. Hiç anlamadığı insanlarla keyifle geçirdiği zamanlar var.
Eski adayı, eski İstanbul’u bir anlatışı vardı ki, masal gibi dinlerdiniz. Ama kusurları da yok değildi. Her şeyi becerebileceğine yürekten inanırdı. Bir gün, daha 10 yaşında olmayan benim saçımı kesmeye kalktı. Saçımla beraber bir kaşımın yarısını da kesmişti. Bana balıklama atlamayı, çapari yapmayı o öğretmişti.
Onun en hüzünlü halini bir akşam adadaki çok güzel evinin balkonunda karşılıklı otururken görmüştüm. Bana Kayseri’de çocukken cenazelerin gece karanlıkta kalktığını, tören gündüz, göz önünde olursa tabutların taşlandığını anlatmıştı, gözleri dolarak.
İnanmak istemediğin hikâyeler vardır. Her duyduğunda, “gerçek değildir” diye kendi kendini telkin ettiğin hikâyeler... Onlardan biri olmuştu benim için bu da. Ne hatırladım, ne de anlattım, yıllarca. Gerçi, biz bu tarz hikâyelerle büyüyen çocuklar olarak çabuk kurtulduk bu hikâyelerin travmalarından. Ya da kurtulduk zannediyoruz. Nasıl olsa sadece bizim değil, memlekette yaşayan neredeyse herkesin başına benzer şeyler gelmişti. Ermeni’si, Kürt’ü, Rum’u, Yahudi’si, Alevi’si, muhalifi, herkesin... Ama ölüye saygısızlık, yine de inanılacak gibi değildi.
Sonra, yol ortasında vurularak öldürülen 13 yaşında bir çocuğun arkasından yalanlar konuşularak, anası yuhalatıldı meydanlarda. Bir ana evinin önünde vuruldu. Günlerce alamadılar analarının bedenini soğuk taşın üzerinden. Bir askerî aracın arkasına bağladıkları cesetleri sürükleyerek gezdirdiler şehirlerin göbeğinde. Alıştık, ölüye de dokunulmasına.
Şimdi ‘’Burası Ermeni mezarlığı değil’’ diyerek, yaşlı bir kadının ölü bedenini topraktan çıkardıklarını görüyoruz, hatıra fotoğrafları eşliğinde. Biz bu fotoğrafları iyi tanırız. Duvarlara dizilmiş kesik baş fotoğraflarını, karakolda eline bayrak verdikleri katillerin fotoğraflarını iyi biliriz. Şimdi de bir bakanın mezar hırsızlarıyla çektirdiği fotoğrafları görüyoruz.
Doğrudur, orası Ermeni mezarlığı değil. Ama bu koca memleket bir mezarlık artık. İyi niyetlerin, umutların, ‘’bu da geçer ya hu’’ların, “yarınlar güzel olacak”ların mezarlığı.
Hepimizin canlı canlı gömüldüğü bir derin mezarlık...