Artık...

Yazar Vivet Kanetti, Silivri’deki Cumhuriyet duruşmasını takip etti, izlenimlerini Agos için kaleme aldı.

Altısı tutuklu 20 sanıklı Cumhuriyet gazetesi davasının ikinci duruşması 11 Eylül’de Silivri’de görüldü. Mahkeme, tutuklu yargılanan Cumhuriyet Gazetesi genel yayın yönetmeni Murat Sabuncu, Cumhuriyet Gazetesi icra kurulu başkanı avukat Akın Atalay, Cumhuriyet Gazetesi köşe yazarı Kadri Gürsel, Cumhuriyet Gazetesi muhabiri Ahmet Şık, Cumhuriyet Gazetesi muhasebe çalışanı Emre İper ile tweet'leri nedeniyle suçlanan Ahmet Kemal Aydoğdu'nun tutukluluklarının devamına karar verdi. Üçüncü duruşma 25 Eylül günü Çağlayan Adliyesi’nde görülecek. Yazar Vivet Kanetti, Silivri’deki Cumhuriyet duruşmasını takip etti, izlenimlerini Agos için kaleme aldı.

11 Eylül günü Silivri’de, saat 23.30’a doğru, sırt sırta vermiş Robokoplar dizildi, salonun her yanına. İstişareye çekilmiş mahkeme heyetinin dönmek üzere olduğunu anlıyoruz. 60 dakikalık gecikmeyle ilgili tahminler havada uçuşuyor ve kadınlar artık bedenlerinde bir yerleri işaret ediyorlar: “İşte şimdi şurada, tam şurada”. “Orada”kini hayal etmek (endişe, heyecan) heyetin kararını tahmin etmekten kolay.

Ayaktayız, daha çok, 10-15 metre ötede bizler gibi ayaklanmış, yüzleri salona dönük Kadri Gürsel, Ahmet Şık, Murat Sabuncu, Akın Atalay ve Emre İper ile işaretleşip selamlaşmak için (sabah duruşmaya hepsi sakız gömleklerle gelmişti, masumiyetlerini haykırırcasına; kollarına yapışmış jandarmalarla her tuvalete gidişlerinde de selamlaşmıştık). Kadri onca saat sürmüş bu duruşmanın sonuna doğru üşümüş olmalı, kahverengi kazak geçirmiş gömleği üstüne. O saatte, artık beyaz bulduğum sadece gömlekleri değil: yaz güneşini hiç görmemiş tenleri, saçları ve sakallarına haksız kapatılışların akı düşmüş. Ve artık kabul etmeli: epeyce kilo vermişler, özellikle Ahmet Şık.

İki elle sıkıca yatay tutulmuş copları, kasklı yüzleri, kauçuk torsoları bize dönük Robokop’lardan birine (kimimizin oğlu, kimimizin torunu yaşında), gülerek soruyorum: “Şu üç sırada oturanların yaş ortalamasını gördün mü? Copunla bizlere mi vuracaksın?” Yüzü kızarıyor ve mahcup bir gülümsemeyle gayri ihtiyari ağzından kibar bir sözcük düşürüyor: “Estağfurullah.” Daha sonra, eve dönüş yolunda Bir Sınırsız Muhabirler genel sekreterinin attığı tviti okuyorum: “Gazetecilerin davasının görüldüğü, İstanbul’a 1,5 saatlik mesafedeki Adliye binasına onca Robokop kıtası yığmanın nedeni ne olabilir? Gözdağı vermek!”

1912’de Rouen kentinde ağır ceza jürisi üyeliğine seçilen Fransız yazar André Gide, ertesi yıl bu deneyiminden bir kitap çıkarıyor ve girişine şunları yazıyordu:

“Mahkeme salonlarının ezelden beri üzerimde dayanılmaz bir büyüsü oldu. Seyahatteyken bir kentte beni kendine çeken dört şey vardır: belediye bahçesi, pazar yeri, mezarlık ve Adliye Sarayı. (…) Bir toplum mahkemesiz ve yargıçsız yapabilir diye kendime telkinde bulunuyor değilim tabii, ancak beşeri adalet nemene güvenilmez, nasıl sağlamlıktan uzak bir şey, on iki gün boyunca kahır raddesinde hissettiğim işte bu oldu. Şu notlardan sızan da belki hâlâ biraz bu olacaktır.”

100 yıl +5 yıl sonra, 11 Eylül 2017’de duruşma sürerken insan merak ediyor: Silivri’deki mahkeme heyetini, Cumhuriyet gazetesi davasına eğilmiş savcıları o cins bir kahır ve kaygı hiç yoklamayacak mı?

Hakimlerin cüppeleri

Heyet istişareden gündelik kıyafetlerle döndü (başkanın ceketi tütün rengi) ve sadece yerlerini aldıklarında, iskemlelerinin sırtına bıraktıkları cüppeleri üstlerine geçirdiler. Yurt dışından izleyiciler bunu da acayip yadırgamıştır derim. Ne yani, Brechtçi Bir Berliner Ensemble gösterisinde miyiz? Ve cüppeyi ancak salonda, karşımızda giymek ne anlama geliyor ki? Heyet hukuki kararlar aldığı odada da o cüppelerle oturmamalı mıydı? Anladınız siz beni.

Sadece bu mu? Çağlayan’dakilere kıyasla iki monitörlü, rahat sandalyeli ve epeyce geniş duruşma salonuna rağmen, gene ne çok şey battı çoğumuza, gün boyunca. Kadri Gürsel kendisine has o titiz ciddilikle monitöre de düşürülen tüm cep telefonu kayıtlarını (ezici çoğunluk birkaç saniyelik konuşmalar dahi değil, ona gönderilmiş SMS’ler, hatta kimileri tacize varan SMS’ler) tek tek didikleyip suçlamaları çürütürken ve bizler, dikkat kesilmiş, onu iftihar, utanç ve de kahırla dinlerken, salonda hiç bitmeyip kendini süper meşru bulan 2 trafik: Biri Robokop aksesuarlarına henüz bürünmemiş jandarmaların çok genç ve hareketli balesi, diğeri ya tuvalete giden ya tuvaletten dönen ya telefon konuşması için salondan çıkmakta olan ya meslektaşlarına su getirip dağıtan ya podyumda yürürcesine taş zemini ökçeleriyle döven “dinleyici avukatlar”ın trafiği…

E artık her şeyi söyleme zamanı değil mi? Artık...

Esas mesajlar söylenmeyende

Hem mahkemeler tüm hakikatlerin nihayet sözcüklere döküldüğü alanlar değil mi? Ne ki 11 Eylül günü, esas mesajlar GENE söylenmeyende, satır aralarında, çetrefil labirentlerde.

Yoksa Cumhuriyet Vakfı konusunun ne alakası olabilir, damardan gazetecileri hapse tıkmış şu akla zarar suçlamalarla?

Savcı niçin, gazetedeki “rakip” kanat temsilcilerinden davayla sıfır alakalı suçlayıcı birer “tanık” yaratmaya çalışmış olabilir? Bu çabanın en gerisinde hangi ittifaklar, pazarlıklar gizli? Bunlar konuşulmuyor ama varlar, oradalar… Vakfın eski üyesi bir işadamının, “birçok vakfın icra kurulunda bulundum. Başta polis ve jandarma vakıfları” sözlerini nasıl tercüme etmeli? 9 Eylül’de, yani duruşmaya 2 gün kala, üstelik hafta sonuna denk gelen bir günde, savcının dosyaya yeni eklediği ve tıpkı eskileri kadar akla zarar “belge”, niçin avukatlardan önce bir “gazete”ye sızdırılıyor? Bu hukuk dışı eylemin tercümesi tam ne?

Yükünü hissettiren sırlar, o “satır aralarındaki dil” bulaşıcı olsa gerek, savunmasına “Bu iddianamenin dili yok!” ve “Bu, terk edilmiş bir ceza hukuku anlayışıyla kaleme alınmış bir iddia” diye bangır bangır giren Fikret İlkiz, bitiriş bölümünde, Ahmet Şık’tan söz ederken uzun bir Sisifos analojisine girişiyor. Evet, Sisifos. Zeus’u kızdırıp bir kayayı sürekli tepeye itmeye mahkûm edilen, ertesi gün kayanın yere yuvarlandığını görüp onu gene tepeye ittiren kral. Yerine oturduğunda, mahkeme başkanı kısacık bir müdahalede bulunuyor: “Güzel anlattınız Sisifos’u… Ancak İkarus’u da unutmayalım, di mi?” Ha evet, bir İkarus eksik kalmıştı…

Hani Minotor’u saklayacak labirenti inşa eden mimar Dedalus’un oğlu İkarus. Mimar babanın bir tüy ve balmumu karışımıyla ürettiği kanatları sırtına takıp kendisini büyüleyen güneşe doğru yükselen, yükselen ve nihayetinde, balmumundan kanatlar eriyince denize düşen İkarus! Akıllı baba ise aynı kanatlarla çoktan Kuzey ’e doğru uçup gitmişti, değil mi?

Yok artık, yok artık!!! İyisi mi bugüne dönelim. Gündelik kıyafetlerle kafede tatlı tatlı konuşulacak konular canım bunlar (ve kesin, mitoloji kahramanları üstüne epeyce şey yazmış Camus’ye ve Gide’e aşina, bizdeki hukukçuların bazıları).

Oysa hukuki açıdan tüyden hafif suçlamalarla bir yıla yakın zamandır özgürlüğü çalınmış gazeteciler, ne Sisifos ne İkarus. Onların suçsuzluğu güneşin kendisi kadar göz kamaştırıcı, ve kanatları, meslek hayatları boyunca yazdıkları yazılar kadar sağlam. Siz açın kafesleri. Artık. Gerçi Ahmet Şık “hiçbir talebim yok” dedi de, yurttan ve cihandan milyonlar sizlere sesleniyor: Beşeri adaletin zerresi adına, artık açın.

Kategoriler

Güncel Basın Gündem

Etiketler

Cumhuriyet davası


Yazar Hakkında